Memduh Nihat Ada
Memduh Nihat Ada

Habule dolaşayrum

Lisede okuyordum ve yaz tatili için Trabzon’a gitmiştim. Annemim köyünde kalıyordum sıklıkla. Köyün eski adı Kilat yeni adı Yeşilbüktü. Köy, Trabzon merkeze bağlıydı. Maçka-Erzurum yolu üzerindeydi. Toprak görünmezdi bizim memlekette. Her yer ama her yer yemyeşildi. Yeşili tek bozan evlerin çatıları olurdu. Aktaş tepesi denilen tepeye çıkar yukardan bakardım köye. Rüzgâr dolardı göğsüme. Aktaş tepesi dedemin evinin –Rahmetli dedeme Efendibaba derdik ve çok severdik… Kalender, güngörmüş ve şakacı bir adamdı- tam karşısındaki tepenin adıydı.  Dedemin evinden Aktaş tepesine genç halimle ancak iki saatte varırdım. Yanımda, harmanın dibinden topladığım domates ve salata, ninemin elciğezleriyle yapmış olduğu köy peyniri, halis yayık tereyağı ve köy ekmeği olurdu. Ki o dönemlerde şimdi yediğimiz ekmeği ancak çarşıya gidenler getirirlerdi ve adı da Cici mamaydı.

 
Yola çıkardım… Önce dereye iner, oradan bir buçuk saat kadar, fındık bahçelerinden, hep tepeye doğru tırmanırdım. Kendi bahçemizden yanıma aldığım meyvelere geçtiğim yerlerde gözüme kestirdiğim meyveleri de eklerdim. Bir gün daha tepeye varmadan oturmuş dinleniyordum. Hemen sol yanımdaki ufak bir tepenin arkasından fısıltılar geliyordu. İlk aklıma gelen yüksek sesle selam vermekti ama niyeyse susup kalmıştım. Tam duyamıyordum ama sanki bu fısıltıların biri kız sesiydi. Kulaklarımı dört açmış vaziyetteydim ve yerimden kımıldayamıyordum. Sanırım anlamaya başlamıştım. Birileri köy manzaralı armut ağacının dibinde sevişiyordu. Öyle ters bir duruma düşmüştüm ki şaşırıp kalmıştım. Ses çıkarmamak için nefesimi tutmuştum ve sesler daha belirgin hale gelmişti. Sağ yanım çıkamayacağım kadar dik, sol yanım –sevişenlerin olduğunu tahmin ettiğim yer- yolumun üzeriydi. Yol dediğime bakmayın. Bu benim kendimce daha önce birkaç kez gittiğim yoldu. Aktaş tepesine köyün içinden dolaşarak gitmek çok daha uzun zaman alıyordu çünkü. Tek çare geriye dönecektim ses çıkarmadan. Kızmıştım ama yapacak bir şeyde yoktu. Biraz aşağıya inip yeniden ve daha açıktan yoluma devam edebilirdim. Öyle de yaptım. Bu anlattığım yerler yüzde altmış yetmiş eğimi olan yerlerdi ve normalde fındık toplama zamanları hariç geçen olmazdı. Fındık toplama işi de epey zaman önce bitmişti. Yüz metre kadar aşağıya inip, yeniden ve açıktan tepeye doğru yan yan tırmanıyordum. Çünkü düzgün adım atma imkânı olmayacak kadar dik yerlerden gidiyordum.
 
İlkokulun bahçesinde top oynarken tanıdığım ve köy camisinin arka taraflarında evleri olduğunu bildiğim Harun abi ile tanımadığım ben yaşta bir kız karşımda belirdiler bir anda. Benim yüzüm bayır tırmanmaktan onların yüzü oynaşmaktan ter içindeydi. Harun abiyle aynı takımda top oynamıştık ve sanırım dayımdan da dolayı beni severdi. Habule, hiç de istenmeyen ve beklenmeyen bir yerde rastlaşmış olmak kötüydü ama durumu kurtarmak da Harun abiye düşmüştü. Orada ne aradığımı sormuşum gibi bizde habule dolaşayruk demiş ve adını daha sonra öğreneceğim Nagihan ile dereye doğru yola devam etmişti.
 
Ertesi yıl yine Trabzon’da yine köydeydim.  Biraz daha büyümüş ve kendimi baya baya adam sınıfına sokuyordum. Dayımdan kaçamak da olsa bazen köy kahvesine takılıyor, dedemin tütününden aşırıp sarma sigara içiyor ve kız muhabbetlerini daha bir açık kulakla dinliyordum. Herkusun bi sevduğu ve kızlarla alakalı bi anisi vardı. Ben hariç!  En çok da Harun abi anlatıyordu. Benim bariz suskunluğum dikkat çekmiş olacak ki Harun abi takılıyordu bana. Taktikler veriyordu. Ula sana kız mı yok, vardır vardır ama anlatamıyorsun herhalde diyordu. Köy ilkokulun bahçesinde ay ışığının altında bağdaş kurmuş altı kişiydik ve Harun abi habire üstüme geliyordu. Hayatımda bir kız olsa okuduğum kitaplardan ilave de yapıp anlatırdım. Kızlar vardı ama canım cıksın ki benim diyeceğim bir kız yoktu…
 
Hepimiz neşeliydik. Ortam güzeldi ve Harun abinin yine dönüp bana takılacağını ve ne cevap vereceğimi düşünürken ve dalmışken Harun abi “Sen ne iş yaparsun?” diye sormuştu yeniden gülümseyerek. Aklıma bir anda Aktaş tepesine çıkarken Harun abiyle karşılaşmamız gelmişti. Elimle Aktaş Tepesini göstererek, Abi ben hau  Aktaşın oralarda “habule habule dolaşayrum” demiştim. Bir an durdu Harun abi. Anlamaya çalıştı. Gözlerim ve bakışım muzipti. De de ne yapaysun dedi yeniden. Artık ok yaydan çıkmıştı. Aktaş Tepesinin biraz aşağısında Kör Hüseyin emicenin armudunun oralarda senin dolaştuğun gibi habule dolaşup duruyorum demiştim… Harun abi “habule dolaşayruk”  gününü hatırlamış ve gülmekten sırt üstü yatmıştı. Diğer abiler bir şeyler anlamışlardı ama net değildi. Harun abi, durup durup, demek diyordu, habule dolaşaysun… O gece ne Harun abiden ne de benden bir şey öğrenebildiler “habule dolaşmaya” dair.  Ama o yaz Sakarya’ya dönene kadar Harun abiyle her rast gelişimizde o büyük ve insanı sarmalayan gülüşüyle beraber tekrarlayıp duruyordu “habule dolaşmak”  lafını. Şimdilerde Harun abi ne yapıyor bilmiyorum ama ben hala habule dolaşayrum…

 

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Memduh Nihat Ada Arşivi