
Kalbim, sus artık!
Sevmiştik. Sevilmiştik. Şairin, “Bir çakıl taşı ısınır içimde” dediğini bilmiyor ama bu duyguyu yaşıyorduk. Bir yarım bakış, mahcuplukla saklanan bir gül çok şey ifade ediyordu. Bir tebessüm, titreyen parmaklarla yazılmış birkaç satır kayıp hazinelerin anahtarı oluyordu.
Gençlik ve sevgi çok erken geliyor, bu gelenler beraberinde büyümeyi, acıyı, yalanı da getiriyordu. Bozulmaya, kirlenmeye başladığımızı bilmiyorduk.
X X X
Gittin. Sevgilimdin. Sevgili olmaya gittin. Adını Fatma koymuştum. Fatma “sevgili” adıydı. Şairim, uzun yürüyüşlerim, Ankara’ydın. Gurbettin, gecenin içindeki sohbetim, güneşin batışını seyrettiğim ve aşkın Fe haliydin.
Sevgiyi, güzelliği, yazıyı, Nisan yağmurlarını, şiiri çoğaltmaya gittin.
“Uzun yola çıkıyorum, güzel bir arkadaş ve can yoldaşı olsun istedim” dedi. Güzeldi. Mertti. Adamdı.
Ardınızdan su döktüm, dua ettim. Gülümsedim.
Nisan ayında doğmak isterdim. Bahar her dem bahardır ve taze, diri, ayık, coşkulu bir tomurcuğu gizler içinde. Erik, badem ve kiraz ağaçları çiçeklenir, şımarır; menekşeler mahzun güzellikleriyle aşka ve yeniden başlamaya davet ederler. Nazlı, naif, kırılgan, iç gıcıklayıcı ve cilvelidir Nisan. Çiçektir, çimendir, yağmurdur, soğuk dere suları; toprağın uyanışıdır Nisan. Ve ben Nisan yağmurlarında yürür, Nisan yağmurlarında büyür; ben bir Nisan günü bir tuhaf olurum.
X X X
Sanki çocuklukla kadınlık bağdaşmış sende…
İstesen de istemesen de, sen artık benim şansımsın ve gücümsün.
Neyse, beni hor görmekten zevk alan sevgiliye boyun eğmemek elden gelmez. Beni kapı dışarı etmek hoşuna gitti; bende seni sevmeye bayılıyorum; ödeştik!
X X X
En masum tarifiyle; ilerlemeye yardım eden bir kötülük olurdu ama ilerlemiyorduk. Her gün, ortaya, yeni paylar sürüyor ve kaybediyorduk. Durumdan durama göre değişen ve kendilerinden ne beklenildiğini kimsenin bilmediği insanlara dönüşüyorduk. Hakkımızda bilinenler ise muğlâk bilinenler güvensizdi. Muhtemel bir kavganın tohumlarını bünyesinde taşıyan tanışmalar, paylaşımlar yaşıyorduk. Durumun bu derece bozuk olmasının asıl nedeni; gerçeğe, yani, samimiyete gereken önemin verilmiyor oluşuydu. Yenilgiye uğrayan kadar kazanan da kaybediyordu.
Hayal ettiğimiz şeyler hakikat olmuyordu. Mesut olmak isteyen bu uğurda çok şeylerden vazgeçmeliyken biz kıyıcılara dönüşüyorduk. Oysa kendi elem ve acılarımızından kurtulmanın tek çıkar yolu, başkalarının acı ve elemlerini dindirmek için gayret göstermek, ıstıraplara omuz ve gönül vermekti. Biz kıyıcılardık ve kaybediyorduk. Hayattan zevk almak isteyenin hayata çok şeyler vermek zorunda olduğunu okumuş ama vermeyi değil bilmiş bilmiş konuşmayı tercih ediyor ve kaybediyorduk.
Zeze’nin ağacına benzeyen ağacımın üstüne tünemiş, korkusuzca öten, neşe ile cıvıldaşan kuş sürüsüne sapanındaki taşı fırlattın. Kuşlar uçup gittiler. Kederlenmiş ve susmuştum. Kaybetmiştik.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.