
Halil abim...
Öğleden sonra gelmişti abimin asker arkadaşı. Abim fabrikadaydı. Babamla tanışıyorlardı ve zorla bir çay içecek kadar ancak oturmuştu. Abimi telefonla aramıştık. Abim, hemen geliyorum dediğinde, asker arkadaşı, “Gelme, akşama tekrar uğrarım ve görüşürüz” diyerek gitmişti. Babamla yaptıkları kısa sohbete kulak misafiri olmuştum. Sakarya’da tuhafiye dükkânı vardı, Bursa’ya havlu almaya gelmişti. Adı Halil’di. Bekârdı. Halil çıktıktan sonra abim yeniden evi aramış ve anneme “Anacığım ben Halil’i bu gece bizde kalmaya ikna ederim, ona göre hazırlığını yap” demiş ve gelirken ne getireyim diye sormuştu. Abim Oğuz Kütahya’da askerlik yapmıştı. Havacı askeriydi. Babam her ay bir kez düzenli olarak giderdi abimi ziyarete. O yıllarda ben müzmin rahatsız olduğum için annem beni bırakmaz ve çok istemesine rağmen abimi ziyarete gitmezdi. Bulgaristan göçmeniyiz biz. Dedelerimiz yıllar önce gelip yerleşmişler Bursa’ya. Davul dengi dengine vurmuş gariban ve birazcık da tembel olan babam doğuştan öksüz olan annemi alarak hayatını düzeni koymuştu. Birbirlerine yüksek sesle konuştuklarını hiç duymadım. Annem, ne kadar hasta ve yorgun olursa olsun her sabah babama bir bardak çay, bir dilim ekmekle olsa da kahvaltı hazırlar ve ceketini kendi giydirip işe yolcu ederdi. Sessiz bir dille sevişirlerdi. Akşam babam işten döndüğünde ceplerinde muhakkak bir şeyler olurdu benim için. Sakız, gofret, küçük plastik bebek… Yemek yemeden önce muhakkak eller yıkanır ve ‘bismillah’ ile önce babam başlardı yemeğe. Akşam yemeklerini çok sevmem bu yüzdendir sanırım. Ben ilkokul dördüncü sınıftayken zatürree oldum. Babam gibi çelimsiz ve zayıftım zaten. Üç-dört yıl el bebek gül bebek bakıldım ve ondan sonra iyileştim. Bu hastalıklı yıllarımda annem hemen hep benimle yatardı. Hem sevinir hem üzülürdüm. Sevinirdim çünkü annemin kokusunda yatmak, güzel korkusuz bir rüyaya dalmak gibiydi. Bazen de annemi babamdan almış olmak gibi çocuksu bir hazla sevinirdim. Babamı çok severdim ama nihayet –hastalık da olsa bunun sebebi- annemi babamdan geri almıştım. Abimle aramızda sekiz yaş vardı. Hasta olup okula gidemediğim dönemde, abim beni yormadan bana ders çalıştırır, bana kısa kısa hikâyeler okur ve hafta sonu haftalık aldığında çiçek alıp götürürdü. Cumartesi akşamları abimi camın kenarında bekler, genç kız heyecanı duyar ve hayaller dalardım. Bir gün sevdiğim insanda bana böyle çiçekler getirecekti. Yaşıtlarım ortaokulu bitirirken ben ilkokulu bitirmiştim. Hastalığım hepten içime kapanık yapmıştı beni. Yaşıtlarım genç kız muamelesi görürken ben çocukluktan çıkmamıştım. Dört yıl süren hastalık beni arkadaşlarımdan ve hayattan geriye düşürmüştü. Abim askerdeydi ve uzun uzun mektuplar yazardı bana. Moralimi bozmamamı, sevgiye inanan insanın kazanacağını ve beni sevdiğini söylerdi her mektubunda. Okumak istemiyordum. Okumadım da. İlkokul diplomasını birkaç sınava girerek onbeş yaşında almıştım. Vücudum kendini toplamaya başlamış ve genç kız olmuştum artık. Akranlarım liseye gidiyor bende evde annemle günlerimi dolduruyordum. İyi hatırlıyorum. Yaz sonlarıydı. Bir hafta sonu, abim, Sakarya’ya asker arkadaşı Halil’i ziyarete gitmişti. Yatmak üzereyken, geç vakit dönmüştü eve ve neşesinden yerinde duramıyor gibiydi. Hepimizi birkaç kez kucaklayıp öpmüş, bana “Nalân’ım hadi bir çay koyda abi kardeş karşılıklı içelim” demişti. Abim içki içmezdi ama sarhoş gibiydi. Annem ile babam yatmışlar bizi yalnız bırakmışlardı. Gözlerindeki ışıltıdan belliydi abimin bir şeyler söyleyeceği ve ben merakla bekliyordum. Yatmak üzere olan annemle fısıltıyla konuşmuş ve kız meselesi olduğunu düşünmüştük. Abim bana, ben sabah anneme anlatacaktım. Ama yanılmıştım. Kız meselesiydi ama bu kız bendim. Ahh benim gönlü Uludağ olan abim… Ahh benim ela gözlerinde yeşil hareler saklı abim… Ahh benim coşkulu abim… Annem, sabah namazı için kalktığında biz de abimle üzerimizi giymiş dışarı çıkıyorduk. Biraz dolaşıp, dışarıda çorba içip gelecektik. Annemin gözleri irileşmişti ve soru doluydu. O geceyi ve sabahını hiç unutmadım. O gece abim beni bir kere daha fethetmiş bir kere daha elimden tutup ayağa kaldırmıştı. Çayı yaparken, soracağım soruları düşünüyor, merak ediyor ve hayali yengemi de için için kıskanıyordum. Çok mu güzeldi? Okumuş muydu? Ailesi nasıldı? Adı neydi? Bu sorularımın hiçbirinin cevabı yoktu. Cevapların bende saklı olduğunu bilmiyordum. Abim, önce güzel bir genç kız olduğumu anlatmıştı bana. Yüzüm kızarmıştı ama memnun da olmuştum. Beğenilmek ve sevilmek güzeldi. Bana şimdilik soru sorma ve beni dinle demişti. Zihnim bir anda yüzünü hiç görmediğim Halil’e doğru kaymış ve acaba abim bana arkadaşını mı anlatacak diye düşünmüş, kulaklarıma kadar kızarmıştım. Sevgilim olmasını düşlüyordum ama evlilik düşlerimde bile yoktu. Bunlarda değildi abimin o gece bana anlattığı ve benden söz aldığı. Abim benim okumamı istiyordu. Öncelikle kendim için ve ailemiz için oku diyordu. Arada yalvarır gibi oluyor ama daha çok beni iknaya çalışıyordu. Benim okumam sessiz evimize ses ve renk getirecekti. Geç kalmış sayılmazsın diyordu. Dışarıdan ortaokulu bitirir ve liseye gidebilir ve yaşıtlarıma yetişebilirdim. Hem yaşıtlarıma yetişmek de olmamalıydı derdim. Ben kendime, ben hayata yetişmeliydim. Kendi derinliğini görmekten korkmamalısın demişti son söz olarak. Abimin bu sözlerini bugün bile çok net hatırlıyorum. Üzerimizi giyip dışarı çıktığımızda serin ama hayat dolu bir serinlik çarpmıştı yüzümüze. Sımsıkı girmiştim abimin koluna ve gözlerimden yaşlar akıyordu. İlk kez neşe ve coşkudan ağlıyordum. Bastığım yeri bilmez durumdaydım. Ulu Camide sabah namazını kılmış, çorba içip eve dönmüştük. Konuşulacak çok şey kalmamıştı. Abim beni anneme teslim edip işe giderken, alnımdan öpmüş ve gözlerimin içine bakarak “Bu gece, gözlerinde yaktığın çırayı hiç söndürme olur mu?” demişti bana. Bu kez katılarak ağlamaya başlamış ve abimin kollarına düşerek bayılmıştım. Ruhum bu kadar yoğunluğu kaldıramamıştı ve iki gün hasta gibi yatmıştım. Abim, işinden izin almış ve beraberce gülüşe oynaşa halletmiştik resmi işleri. Bundan sonrası bana kalıyordu.
Arada geçen onca yılı da anlatmak isterim size ama şu an bunları yazarken bile yine duygularıma teslim oluyorum. Gözlerim buğulanıyor.
Abim işten çıkar çıkmaz gelmiş ve arkadaşı Halil’i beklemeye başlamıştı. Heyecanından ve tabii daha önceki sohbetlerinden biliyordum arkadaşını çok sevdiğini. Halil’de gelmişti. Sohbet ederek yedik yemeğimizi. Tatlıyı yerken benim yeni öğretmen olduğumdan ve bu tatlının ilk maaşımdan olduğunu söylemişti babam. Abim çok duygulanmış ve ıslanan gözlerini saklamak için dışarı çıkıp yüzünü yıkayıp geri gelmişti. Babamın laf etmesiyle –istemeye istemeye- misafirin yanında verdim babamın, annemin ve abimin hediyesini. Annemle babam yatmış, abimle Halil sohbete dalmışlardı. Ben çay yapıyor, meyve ikram ediyor, hizmetlerini görüyordum. Ahh benim çınar ağacı abim… Bir koluna beni, diğre koluna Halil’i takıp gece yine dışarı çıkmış, Yeşil’e kadar yürümüş ve sabah ezanları okunurken “Ben her ikinizi de çok seviyorum, siz de birbirinizi sevin diyerek” o yürüyüşte görünmeyen ama varlığını hissettiğimiz yüzükleri parmaklarımıza takmıştı. Bu gecenin üzerinden üç ay geçmemişti ki abim bir iş kazasında ölmüştü. Yıkılmıştım. Düşüyordum ama her kendimi bırakışımda abimin o merhametli yüzü gözümün önüne geliyor ve bana sitemli sitemli “hayat devam ediyor!” diyordu. Hayat devam ediyordu ve Halil bir gün görev yaptığım okulun çıkışında beni beklemiş ve bana evlenme teklif etmişti. Beni abimden istemelisin dediğimde, haklısın demiş ve sevgi dolu adımlarla mezarlığa doğru yürümüştük.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.