UMUTLAR HEP YEŞİL KALSIN

Franz Kafka, “İnsanın bu dünyada yaşamını çıldırmadan sürdürebilmesinin en iyi yollarından biri yazmaktır.” der. Ben, ona “yalnız başına yürüyüş”ü ekledim.

Yılın ilk gününün sonunda, gece ölülerin ve dirilerin üzerini örttüğü vakit, sessiz sedasız dışarıya çıktım. Ana caddeler boyunca, hatta yer yer ara sokaklara dalarak yürümeye başladım.

 
Karanlıkta, düşüncelerinizden başka refakatçiniz yoktur. Gerçek, ancak karanlıkta aydınlanır ve ancak sessizlikte dışarıdan gelen sesleri duyarsınız. Aklınızı düşüncelerle dolduran tek şey, sessizlik içindeki karanlıktır. Gece yürüyüşü, kendinizle yüzleşmektir, çatışmaktır, tartışmaktır, düşüncelerin hırçın kalabalıklarını aralayarak ilerlemektir.
 
Gece yürüyüşleri herkese iyi gelir. Özellikle yazmayı sevenlere, kesinlikle tavsiye ederim.

Gökte dolunay vardı, etrafını geniş ve parlak bir ışık halesi sarmıştı. Birkaç kez, hayranlıkla baktım. Yürüdüğüm yol boyundaki çınar ağaçlarının dalları geceyi geçirmek için konmuş ve bıcır bıcır ötüp duran serçe ve sığırcıklarla doluydu. Hep birlikte çıkardıkları sesler, yoldan geçen otomobillerin gürültüsünü bile bastırıyordu. Rüzgar esiyor, çınarların kurumuş, sararmış yaprakları, gündüzden okunup atılmış gazete sayfalarından bazı parçalarla birlikte hışırtılar çıkararak sağa sola uçuşuyorlardı.

 
Rüzgarın sesinin, insanın ruhunda melankoliden başka bir duygu uyandırdığı pek görülmemiştir. Dinledikçe içim hüzünle kaplanıyor, dinledikçe yalnızlığım artıyordu. Öyle bir an geldi ki, dünyada benden başkasının bulunmadığı hissine kapıldım. Üzerimde yeknesak, füme rengi bir gök kubbe, yeryüzünde de yalnızca ben vardım ve biteviye yürüyordum… Geçmişe dair birkaç hayalin içinde boğuluyordum… Bütün suçlarıma rağmen, hala düşler kurabildiğime şaşıyordum. Öyle ya, beni karanlığa mahkum eden kötülük Tanrı’nın güzelliklerini görmeme neden izin versin ki?
 
Örneğin bir mucize olsaydı da, yıllar öncesinde tanıma onuruna eriştiğim o güzellik simgesi Marla, hemen şimdi, şuracıkta karşıma çıkıverseydi… Ne kadar mutlu olurdum, hem de ne kadar! Kaybetmekten yorulmuş bir adamın mutlu olması için bundan daha iyi bir sürpriz olabilir miydi sanki? Bu olsaydı, eminim her yer birdenbire nevbahar olur, dökülen bütün sepya yapraklar yemyeşil olup gerisin geriye dallarına dönerdi…

Evet, göklerden iner gibi birdenbire karşıma çıksaydı ve önünde alçakgönüllülükle diz çöküp ak-pak ve minik ellerinden tutarak:

“Seni sevdim, hem de çok sevdim. Geçen zaman bana seni hiç unutturmadı. Ne yaptım, ne ettimse, olmadı, içimden bir gün bile gitmedin. Sonunda yenildim ve her yerde seni aramaya koyuldum; ama saçlarıma karlar yağıncaya dek… Sen, hiçbir yerde yoktun.” deseydim.

Acıyarak gülümseseydi bana. En acı gülüş nasıl olursa, öyle gülseydi, kahkahalarla gülseydi, bağırıp çağırsaydı, hırsını alıncaya kadar yüzüme yüzüme var gücüyle vursaydı; ama sonunda bağışlansaydım…

 
Sonra ne mi yapardık? Birbirinin öteki yarısı olan her varlık gibi, tek bir kelime konuşmadan aynı şeyleri yapardık. El ele tutuşup karanlık sokaklar boyunca bağıra bağıra koşardık. Birbirimizi sevdiğimizi söyler dururduk. Ta ki, o eski, tarihi evin önüne gelinceye dek…

O ev ki, içinde onunla ilgili en büyük, en renkli hayallerimi sakladığım için, önünden her geçişimde başımı çevirip boynum ağrıyıncaya kadar seyrederken nice gözyaşlarımı sel etmiştir. İşte soluk soluğa onun kapısına dayandığımız vakit, kocaman anahtarını cebimden çıkarıp kapısını açsaydım ve içeriye süzülüverseydik birlikte… Sonra… Sonra onu şöminenin önünde kucağıma yatırıp, sabaha kadar saçlarını ve kadife yanaklarını sevseydim… Güzelliğinin uçsuz bucaksız kırlarında ve derin mi derin maviliklerinde bir gezintiye çıksaydım… O gece, bizim düğün gecemiz olsaydı…

 
Doğrusunu söylemek gerekirse, yılın ilk gecesinin Marla ile karşılaşmamızın yıl dönümü ya da tekrarı olmasını tasarlamamıştım; ama geçen zaman içinde, metropolün bildik gündüz gürültülerini saymazsak, onu düşünmeden bir tek gece de geçirmemiştim! Onu tanıdığımda, en azından sevme yetilerim konusunda henüz çocuk sayılırdım. Kaybettiğim gün de öyleydim. Seçeneklerim, gözlerimi kör etmişti.
 
Ne kadar yazık, değil mi sevgili Marla? Zavallı ben, artık seni sadece el yazması romanlarda ve zamanın sararttığı gizli-saklı aşk mektuplarında bulabiliyorum; ama ne olursa olsun, umutlarımı hep yeşil tutuyorum.

Sen, benim Beatrice’imdin. Dünyanın sadece güzel yanlarının değil, aynı zamanda tüm çılgınlıklarının esin kaynağı olarak kaldın.

Sen, hayat kadar mahzun, ölüm kadar güneşliydin…

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mert Aslan Arşivi