
Gülümsüyordu 2
Nihayet yerime yerleşebilmiştim. Rahat değildim ama oturmuştum. İlk fark ettiğim Asumanın parmakları olmuştu. Masanın üzerinde, şeffaf ve masalımsı ırmaklar bana doğru akıyordu sanki. Bir insanın bu kadar güzel parmakları olur muydu?
Asumanlar aslen Sinopluydu. Birkaç kez gitmişti ama bilmiyordu. İstanbul’da doğup büyümüştü. Üç kardeştiler ve Asuman en büyükleriydi. Liseyi geçen yıl bitirmişti. Halk Eğitimde Biçki Dikiş kursuna gidiyordu. Nefes alıp verişim yavaş yavaş düzene giriyordu.
Yazdı, sıcaktı ve üzerinde su yeşili penye vardı. Saçları üzüm sarısı gibiydi. Burnunun her iki tarafında da çiller vardı. Penyesinin önü epeyce açıktı. Tam düzelmiş ve havamı bulmuş, üst üste sorular sormaya başladığımda gözlerim, göğüslerinin üst kısmına ve göğüslerinin kabarıklığına ilişmişti. İlişmez olaydı. Daha o zamanlar “Böyle bir yuvarlaklığı ancak Tanrı yaratabilir” diye Ahmet Altan yazmamış bende okumamıştım ama buna benzer şeyler düşünmeye başlamıştım. Zor bela toparladığım zihnim ve bakışlarım dağılmıştı. Her nefes alış verişinde inip kalkan göğüsleriyle birlikte sanki ben barfiks çekiyordum! Düşecektim!
Duvarlara bakmaya başlamıştım. Kör olayım utanıyordum. Bakmak istiyordum ama bakamıyordum. Göğüsleri Mevlana’nın dolunaya benzettiği gibiydi zahir. Yok, yok olsa olsa, memleketimin “Bıldırcın Armudu” gibiydi bu göğüsler.
Yardımıma Asuman yetişmişti. Vaktin var mı diyordu. Vakitten bol ne vardı. Sen yanımda ol, seninle Sinop’a kadar yürüyebilirim diyordum içimden. Dolmuşa binip Kadıköy’e indik. Vapurla Karaköy’e geçtik. Gemide, dışarıda yan yana oturuyorduk ve ben O’na bakamıyordum. Suçlu sayıyordum kendimi. Zihnim, göğüslerinin çatalında kalmış, debelendikçe daha da aşağı düşüyordum!
Ne kadar da rahattı. Kot pantolu, tımbırlent ayakkabıları, duruşu, oturuşu, bakışı beni eziyordu. Yazıklar olsundu benim gibi delikanlıya. Şimdi ben Sakarya’ya döndüğümde onun bana karşı olan rahatlığını yüz geri yapacak, ben yapmış gibi anlatacaktım Metin ve Sadettin’e.
Simit alalım mı demişti. Niye soruyordu ki sanki. Yüzme bilmiyordum ama kendini sulara at dese atmaz mıydım sanki? Meğerse simitleri kendimize almamıştık. Ufak parçalar halinde bizimle beraber Karaköy’e kadar gelen martılara atmıştık. Daha o zamanlar Ahmet Kaya’nın martıları çöplüklerde ağlamıyor, biz sevişmiyorduk. Martılar, deniz, rüzgâr… Biraz kendime gelmiş ve hemen gidip iki simit daha almıştım. Asuman gülüyordu…
Galata köprüsünden geçmiş Eminönü’nde balık ekmek yemiştik. Delikanlı yanındaki kıza para ödetir miydi? Olmazdı tabii. Gitmek istediğin bir yer var mı diye soruyordu. Ev sahibiydi. Manitamdı. Güzeldi. Göğüsleri aklımdan çıkmıyordu.
Gülhane parkı, Sultanahmet, Beyazıt… Dolaşıyorduk. Arkadaşlarımızı anlatıyorduk birbirimize. Ben Metin ile Sadettin demiştim. Futbol oynuyor ve atletizm yapıyorum demiştim. Laleli tarafında bir tatlıcı da tatlı yemiştik. Geri dönüyorduk. İleride çiçekçiyi görmüştüm. İşte delikanlılığı ayağa kaldıracağım yer ve zamandı. Bir dakika dedim. Durdu. Gülüyordu. Hazır yapılmış karanfil demetleri gözüme az gelmişti ve iki demedi bir araya sardırmıştım. Gülkurusu ve açık kırmızıydı karanfiller. Zahmet ettin, teşekkürler demişti. Cevabım ağzımın içinde gevelemek olmuştu. Delikanlıydım, manitam vardı, ona çiçek almıştım ve dimdik yürümeye başlamıştım.
Çok akıllı olduğunu çok sonraları anlayacaktım. Bir daha geldiğinde turşu suyu içeriz demişti. Sahi ben, Sakarya’ya geri dönecektim değil mi? Dönmesem olurdu. Kalsaydı ve Asumanın ayakucunda yatsaydım!
Beyazıt meydanın arka tarafında kitapçılar vardı. Dur sana kitap alayım demiştim. Gazap Üzümleri’ni almıştım. Banka oturmuştuk. Kitabın iç sayfasına bir cümle yazmış ve tarih atarak imzalamıştım. Ancak şart koşmuştum, ayrılana kadar okumayacaktı. Yazdığım cümle: “Bu rüyanın sahibi sensin!...” di. Karanfiller ne kadar da yakışıyordu kucağına.
İkindi gölgeleri uzamaya başlamıştı. Eminönü’ne doğru iniyorduk. Yol hiç bitmeseydi ne olurdu sanki. Böyle yan yana, sahile kadar insek, suya girip karşıdan çıksak ve yine gece gündüz yürümeye ve konuşmaya devam etseydik olmaz mıydı?
Asuman Karaköy’e doğru yürümüştü. Ben kalmıştım. Uzun bir süre baktım ardından. Ha neredeyse yanımdan gelip geçenlere, şu kız var ya şu kız, benim sevdiğimdir diyecek raddeye gelmiştim. İçimde biriken nefesi, içimde biriken çığlığı, içimde biriken enerjiyi zor tutuyordum. Asuman gözden kaybolmuştu.
Deli gibi koşmaya, havaya zıplamaya başlamıştım. Anlamsız kelimelerle haykırıyordum. Tek anlaşılır cümlem O’nun adıydı. Ne yaptığımı bilmiyordum ama şunu biliyordum: Seviyordum.
( Esat Mahmut Karakurt. Üstadım. Öldün, gittin, nur içinde yatasın. Bütün romanlarını okumuş olmaktan gelen bir “ukalalıkla” ve haddimi aşarak, bir yazımda, seninle ilgili –ki kanaatim değişmiş değildir- birkaç cümle kurmuştum. İşte bu yazı nadim olup özür dilememdir. Beni anlayışla karşılayacağına eminim! )
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.