Geçenlerde ilk kez yaptığım Konya gezisinden dönerken, resmi anlayışla aramın hâlâ düzelmediğini hissetmek can sıkıcıydı. Burada uzun uzun Mevlânâ felsefesinden, derinliğinden, evrenselliğinden falan bahsetmek istemiyorum. Zîra, gelen turist sayısına bakılırsa, yerlisinden yabancısına herkes az çok biliyor zaten.
“Ne olursan ol yine gel.” çağrısının ipine tutunmuşken, “Mesai saatlerinde gel!” ikazıyla karşılaşmak , duvara çarpma etkisi yaratıyor adeta. Namaz aralarında kapısına kilit vurulan camiler gibi... Özellikle kış aylarında, üstü açık, kenarları suntayla çevrilmiş alanlarda titreye titreye kıldığım namazlar aklıma geliyor. Paşalarımızın hanımlarını, emekli/çalışan devlet babalarını ve bunların çoluklarını çocuklarını; evde, yazlıkta, tatilde, alışverişte canhıraş koruyan resmiyet, iş ibadethanelere gelince kilidi yeniden keşfediyor.
Bu minvalde Mevlânâ gibi bir şahsiyeti devlet memuru yapmak, hangi bahanenin gerekçesiyse de kabul edilir gibi değil. Kalbî meselelerde aklî melekeler ne kadar sığ kalıyorsa, imani konularda da önde oturmakla protokol olunmuyor. Gönül atına binenleri turnikeden geçirmeye kalkan bu anlayış, 9-5 arası mesai kavramıyla zamanın bereketini yok ediyor.
Kapısından çevrilen biri olarak, trene atlayıp Ankara’ya geri dönüyorum. Bürokrasi karşısında fazla sivil kalışım yabancısı olduğum bir mesele değil. Yolculuk boyunca vatandaşlık ayarlarımı tekrar gözden geçiriyorum ve Mevlânâ’nın bugün yaşamıyor olmasına seviniyorum...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.