
Altın Zincir
Kışın uzun sürdüğü, karın günlerce yerden kalkmadığı ikibinaltı kışı. Aylardan Mart. Cebecinin tepesine yakın sokaklarda düşe kalka gazete dağıtıyorum. Gün daha açmamış. Eski ve büyükçe bir ilkokula bitişik bir eve gazete bırakıp yoluma duvar dibinden devam ediyordum. Yokuş yukarı, sırtımda heybe, oflaya puflaya yürüyorum.Şu zıkkım sigarayı her durumda içmek gibi kötü bir huyum var. Duruyor ve sigara yakıyorum. O da ne? Kibriti yere atarken gözüme kocaman bir altın zincir ilişiyor.
Zincir yeni gelinin birinindi. Niyeyse ilk aklıma gelen buydu. Tüh yazık! Eşi anlayışlıdır inşallah. Eşi anlayışlı olsa bile ya kaynanası? Bir sürü zırıltı, laf. İnsanlık hali, bir şekilde düşürdü işte. Ucunda ölüm yok ya. Sevgileri derinliği olan bir sevgiyse bu olay, yeni eşlerin sevgilerini test etmiştir. Hatta umuyorum, "Canın sağ olsun karıcığım, sen yeter ki üzülme, ben sana daha iyisini alırım onun" diyerek gönlünü almıştır belki de. Ben olsam, olayı daha da hafifletmek için "Zaten ben beğenmemiştim gülüm, sen daha iyilerine layıksın" diyerek geçiştirir, üzülmesini istemezdim. Ama ya bütün bu dediklerimin tersi bir durum söz konusuysa. Vay o gelinin haline. Söylenmedik laf bırakılmaz artık. Çolpaz, sakar, beceriksiz, hamhalat… Çok da paraydı!
Kaynanaya haksızlık mı yapıyorum yoksa? Yoksa o kaynana, artık kızı olmuş gelininin sırtını merhametle sıvazlayıp, "Üzüldüğün şeye bak, bizim altınımız sensin" mi demiştir tebessüm ederek. Ve şefkatle göğsüne basıp alnından öpmüş müdür?
Büromuzda beş kişiyiz. Arkadaşlara güvenim var lakin olur mu olur. Ya çalınırsa. Al sana şimdi başka bir sıkıntı. Bakıyorum, zincir, kuzu gibi yatıyor ve parıl parıl parlıyor. Ağırda mübarek. Tükürüyormuşçasına, dilimin ucuyla tüh diyor ve zinciri eski yerine koyup dolabımın kapağını kapıyorum.
Zincir boğazımı sıkıyor, bozdurup hayırlı bir yere verme veya öğrenci evlerinden birine iaşe alma gibi onlarca fikir arasında cebelleşiyordum.
Zinciri bulmamın üzerinden iki ay kadar geçmiş, mevsim bahara dönmüştü. Çalakalem bir şeyler yazıyordum ve yazdığım cümlenin içinde "zincir" kelimesi vardı. Cümle ve yazı bir anda bitti. Sol yanımdaki dolapta da "bomba" gibi her an patlamaya hazır bir zincir vardı ve ben bu işi artık halletmeliydim. Zinciri alıp cebime koydum ve Cebeci'ye doğru yollandım. Ne yapacağımı bilmiyor ama yürüyordum. Ağır adımlarla sokağı geçtim. Okulun etrafından dolaşarak yine aynı yere geldim. Katilin cinayet yerine gelmesi gibiydi durumum. Gülümsedim. Ha neredeyse uluorta ve avazım çıktığı kadar "Şu lanet altın zincir kiminse gelip alsın yoksa…" diye bağıracak ve fırlatıp atacak ve geriye dönecektim. Yapamadım. Giderek boynumu sıkan zincir ile yeniden büroya döndüm.
Tahsin iyiydi, çalışıyordu. Ama o Tahsin ki biraz salaktı! Bundan beş ay önce, eşinin altın zincirini tamirden alıp eve getirirken yolda bir yerlerde elinden düşürüp kaybetmişti. Türk filmlerindeki gibiydi. Kulaklarıma inanamıyordum. Hemen arkamdaki camı açıp içimde beş aydır birikmiş olan nefesi dışarıya verdim.
Yemek yiyelim ve çayı sonra içelim denildi. "Yok" dedim, "Çay içeceğiz" Nereye gidelim diye soruldu, abiliğime hürmeten. Güvenpark'a gidelim dedim. Gittik. Güvenpark'ta, dolmuşçu esnafına çay satan arkadaşlardan çay alıp duvarın üstüne tüneyerek ikişer çay içtik. Manalı, muzip ve tebessüm dolu bakışlarımız çoğalmıştı. Bir şeyler vardı. Çağıran, çay ısmarlatan ve tebessümden ağzı kulaklarında durandım. "Tamam" dedim, "Ben büroya dönüyorum…" Sımsıkı, sımsıcak ve dostlukla kucaklaştık. Ayrılıyorduk, elimi ceketimin cebine attım ve zinciri avucumun içine alarak Tahsin'in ceketinin cebine indirdim. Ve kulağına yaklaşarak "Biraz daha dikkatli ol, bir daha birbirimizi bulamayız" diyerek sırtımı dönüp Necati bey'e doğru yürüdüm.
Ayşe Hüma Kalkan Hanımefendiye, Hocama… Övgünüz kadar değerliydi eleştiriniz ve itiraf ediyorum ki haklısınız.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.