Memduh Nihat Ada
Memduh Nihat Ada

Altın Zincir

Kışın uzun sürdüğü, karın günlerce yerden kalkmadığı ikibinaltı kışı. Aylardan Mart. Cebecinin tepesine yakın sokaklarda düşe kalka gazete dağıtıyorum. Gün daha açmamış. Eski ve büyükçe bir ilkokula bitişik bir eve gazete bırakıp yoluma duvar dibinden devam ediyordum. Yokuş yukarı, sırtımda heybe, oflaya puflaya yürüyorum.Şu zıkkım sigarayı her durumda içmek gibi kötü bir huyum var. Duruyor ve sigara yakıyorum. O da ne? Kibriti yere atarken gözüme kocaman bir altın zincir ilişiyor.

 
Yolun bir yanı boylu boyunca okul duvarı, karşı taraf sokak boyunca parkın telleri ile döşeli. Duvara yaslanıyor, bir yandan yerde boylu boyunca yatan alamet zincire bakarken diğer yandan da beş yüz kez geçtiğim sokakta olmayan evleri arıyorum gözlerimle. Bulunduğum noktaya en yakın ev elli metre uzaklıkta. Kim düşürdü bu zinciri?
 
Sigaram bitmek üzere. Abone gazete bekler. Yere eğilip zinciri aldım ve heybemin ön gözüne koyup yola devam ettim.

Zincir yeni gelinin birinindi. Niyeyse ilk aklıma gelen buydu. Tüh yazık! Eşi anlayışlıdır inşallah. Eşi anlayışlı olsa bile ya kaynanası? Bir sürü zırıltı, laf. İnsanlık hali, bir şekilde düşürdü işte. Ucunda ölüm yok ya. Sevgileri derinliği olan bir sevgiyse bu olay, yeni eşlerin sevgilerini test etmiştir. Hatta umuyorum, "Canın sağ olsun karıcığım, sen yeter ki üzülme, ben sana daha iyisini alırım onun" diyerek gönlünü almıştır belki de. Ben olsam, olayı daha da hafifletmek için "Zaten ben beğenmemiştim gülüm, sen daha iyilerine layıksın" diyerek geçiştirir, üzülmesini istemezdim. Ama ya bütün bu dediklerimin tersi bir durum söz konusuysa. Vay o gelinin haline. Söylenmedik laf bırakılmaz artık. Çolpaz, sakar, beceriksiz, hamhalat… Çok da paraydı!

 
Gelin kara kara düşünür. Nerede düşürmüş, nerede kaybetmiş olabilirim. Çaldırmış olmam da söz konusu. Nerelere uğradım, yanımdakiler kimlerdi? Eşine, kayınpederine mahcuptur. Kaynanası ile göz göze gelemez zaten. İnsan kolay kazanılan ama para kolay kazanılan değildir!

Kaynanaya haksızlık mı yapıyorum yoksa? Yoksa o kaynana, artık kızı olmuş gelininin sırtını merhametle sıvazlayıp, "Üzüldüğün şeye bak, bizim altınımız sensin" mi demiştir tebessüm ederek. Ve şefkatle göğsüne basıp alnından öpmüş müdür?

 
Günün yoğunluğu içinde zinciri, yeni gelini, kaynanayı unuttum. Ta ki ertesi gece sabaha karşı yine aynı sokağa yaklaştığımda aklıma düştü altın zincir. Benim zinciri heybemde unutmam kadar kolay olmamıştı yeni gelinin, eşinin ve ailelerin bu olayı unutması ama hayat devam ediyordu ve bu kaybetme olayını diline dolayanlar şu an muhtemelen horul horul uyuyorlardı. Zaman, daha dün yanımızda olan ve sevgiyle gözlerine baktıklarımızı unuttururken bir altın zinciri mi unutturamayacaktı.
 
Okulun olduğu sokağın dönemecinde küçümen bir bakkal vardı. Gündüz geçmelerimde birkaç kez sigara, bisküvi almıştım. Elli yaşlarında, gergin bir suratı olan, kırçıl, asabi biriydi. Sevimsizdi.
 
Şimdi kendi nefsime dönmüş, "Adamı sevmiyorsun ya güvende duymazsın" diyordum. Çünkü zinciri bakkala teslim etmeyi düşünüyordum. Kim bilir belki de bu mesele konu komşuya ulaşıp dal budak salmıştır. Sokaklarda aranmıştır. En iyisi bakkala buralarda altın zincir kaybeden oldu mu diye sormaktı.
 
Ah be yeni gelinim. Ah be benim gibi kaybedenim. Niye beni bunca derde sokarsın. Şimdi zinciri alıp, şu parkın içindeki mezbeleliğe mi fırlatayım senin, kaynananın ve hatta suratsız bakkalın inadına. Söyle bana, ne yapayım? Seni nasıl bulayım?
 
Belki de bu zincir, sonradan görme orta yaşlı bir hatun kişinindi. Haspam boynunda değil de daha fazla gösteriş yapmak için elinde mi sallıyordu. Hava mı atarsın? Oh olsun! Böyle düşünüyor ve hemen akabinde, "Oğlum milletin gösterişinden, havasından, kasaba taciri zihniyetinden sana ne, sen yapman gereken neyse onu yap" diyor bu gittikçe boynuma dolanan zinciri ne yapacağımı bilemiyordum.
 
O günlerde araya başka bölgelerdeki problemler girdi ve ben on gün kadar oralara gidemedim. Heybe bürodaki dolabımın dibinde duruyordu. Zehirliymişçesine elime alıp bakmıyor, bakamıyordum.

Büromuzda beş kişiyiz. Arkadaşlara güvenim var lakin olur mu olur. Ya çalınırsa. Al sana şimdi başka bir sıkıntı. Bakıyorum, zincir, kuzu gibi yatıyor ve parıl parıl parlıyor. Ağırda mübarek. Tükürüyormuşçasına, dilimin ucuyla tüh diyor ve zinciri eski yerine koyup dolabımın kapağını kapıyorum.

 
Gelini, bakkalı, kaynanayı unuttum. Bu arada gazete dağıtmayı da bırakmıştım.

Zincir boğazımı sıkıyor, bozdurup hayırlı bir yere verme veya öğrenci evlerinden birine iaşe alma gibi onlarca fikir arasında cebelleşiyordum.

Zinciri bulmamın üzerinden iki ay kadar geçmiş, mevsim bahara dönmüştü. Çalakalem bir şeyler yazıyordum ve yazdığım cümlenin içinde "zincir" kelimesi vardı. Cümle ve yazı bir anda bitti. Sol yanımdaki dolapta da "bomba" gibi her an patlamaya hazır bir zincir vardı ve ben bu işi artık halletmeliydim. Zinciri alıp cebime koydum ve Cebeci'ye doğru yollandım. Ne yapacağımı bilmiyor ama yürüyordum. Ağır adımlarla sokağı geçtim. Okulun etrafından dolaşarak yine aynı yere geldim. Katilin cinayet yerine gelmesi gibiydi durumum. Gülümsedim. Ha neredeyse uluorta ve avazım çıktığı kadar "Şu lanet altın zincir kiminse gelip alsın yoksa…" diye bağıracak ve fırlatıp atacak ve geriye dönecektim. Yapamadım. Giderek boynumu sıkan zincir ile yeniden büroya döndüm.

 
Aradan üç ay daha geçmiş yaz gelmişti. Zincir aklıma geldikçe küfür ediyordum artık. Tez üstüne tezler geliştiriyordum. Yeni gelinin çocuğu olacaktı neredeyse. Herkes her şeyi unutmuş, yaşayıp gidiyordu. Bana ne oluyordu?
 
Gazete dağıttığım dönemden tanıdığım Hamit adlı arkadaş büroya ziyaretime gelmişti. Çayları alıp, sigaraları yaktık. Öteden beriden, kitaplardan ve işlerden konuşuyoruz. "Kardeşin Tahsin ne yapıyor?" diye sordum. İşte sorunun hası ve zincir sökeni buydu. "Kardeşin Tahsin ne yapıyor?"

Tahsin iyiydi, çalışıyordu. Ama o Tahsin ki biraz salaktı! Bundan beş ay önce, eşinin altın zincirini tamirden alıp eve getirirken yolda bir yerlerde elinden düşürüp kaybetmişti. Türk filmlerindeki gibiydi. Kulaklarıma inanamıyordum. Hemen arkamdaki camı açıp içimde beş aydır birikmiş olan nefesi dışarıya verdim.

 
Hamit'e "Tahsin'i çağırabilir misin?" dedim. Cep telefonundan aradık. Kızılay'daymış. On dakika sonra bürodaydı Tahsin. Hamit bir şeylerden şüpheleniyor gibiydi ama hiçbir söylemediğim için alargada bekliyordu. Tahsin, "Buyur abi" dedi kendisinden bir şeyler isteyebileceğim hoş bir ses tonuyla. "Bana çay ısmarlamanı istiyorum" dedim. Hep beraber çıktık. Abi kardeş bir şeyler sezinliyorlar ama beklemeyi tercih ediyorlardı.

Yemek yiyelim ve çayı sonra içelim denildi. "Yok" dedim, "Çay içeceğiz" Nereye gidelim diye soruldu, abiliğime hürmeten. Güvenpark'a gidelim dedim. Gittik. Güvenpark'ta, dolmuşçu esnafına çay satan arkadaşlardan çay alıp duvarın üstüne tüneyerek ikişer çay içtik. Manalı, muzip ve tebessüm dolu bakışlarımız çoğalmıştı.  Bir şeyler vardı. Çağıran, çay ısmarlatan ve tebessümden ağzı kulaklarında durandım. "Tamam" dedim, "Ben büroya dönüyorum…" Sımsıkı, sımsıcak ve dostlukla kucaklaştık. Ayrılıyorduk, elimi ceketimin cebine attım ve zinciri avucumun içine alarak Tahsin'in ceketinin cebine indirdim.  Ve kulağına yaklaşarak "Biraz daha dikkatli ol, bir daha birbirimizi bulamayız" diyerek sırtımı dönüp Necati bey'e doğru yürüdüm.

 

Ayşe Hüma Kalkan Hanımefendiye, Hocama… Övgünüz kadar değerliydi eleştiriniz ve itiraf ediyorum ki haklısınız.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Memduh Nihat Ada Arşivi