Osmanlıda Şehr-i Sabır

 

 “Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.” (Bakara -183)  ayet-i kerimesi doğrultusunda tüm İslam Dünyasında idrak ve ifa edilen Ramazan-ı Şerif ayı, insanın hizmetine sunulan tüm nimetlerin bir gün elinden çıkabileceğini de işaret ederek Müslüman’ı  sabır ibadetine de çağırıyor. Bu sebeple bir ismi de “şehr-i sabır” olan Ramazan’ın, insanoğluna katması gereken faziletleri sırf kelimeler üzerine bina etmeden, Osmanlı insanının üzerindeki görüntüsüne, bugünü ve gelecek nesilleri kayıt altına alıp kuşatacak karakterine değinelim.

Allah Rasulü aleyhissalatu vesselam’ın “Ramazan hilalini gördüğünüzde oruç tutunuz..” buyruğuna uygun olarak; yüksek bir yerden hilal gözlenir, hilali ilk defa gören gözcü, iki şahidin önünde ve kadının huzurunda hilali gördüğünü ispat eder ve Ramazan davulcusu ile “ruyet-i hilal” şehre ilan edilirdi. Minareler arasında kurulan mahyalarda “hoş geldin ya şehr-i Ramazan” yazar, manicinin dilinde ” Bu aya sultan ay derler, kaymak ile baldan yerler” şeklinde ifadesini bulurdu. 

 Hz.Yusuf (a.s),  Mısır’da yönetici iken başlayan kıtlık sırasında üç günde bir yemek yer, kendisine; bütün erzak ve zahire ambarlarının elinde ve emrinde olduğunu hatırlatıp neden böyle davrandığını soranlara  “ benim karnım tok olsa, etraftan erzak, zahire istemeye gelen açların halini nasıl anlayabilirim” şeklinde verdiği cevap, orucun ruha vermesi gereken “tokluğu” ne güzel anlatmaktadır. Kendi arzusu ile sırf Allah rızası için tüm nimetlerden uzaklaşarak açlığı ve susuzluğu nefsinde hissedip, ruhunu yüceltmenin gayretinde olan Müslüman Osmanlı ferdinin oruçtan aldığı feyiz ve keyfi Yahya Kemal’in şu dizelerinde de bulmak mümkün.

“ Top gürleyip oruç bozulan lâhza(an)dan beri,

   Bir nurlu neşe kapladı kerpiçten evleri.

  Ya Rab, nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz.”

***

 Renkli uçurtma bağlarına sarılı pidelerini alarak evlerine gelenler, Peygamber efendimizin “yemeklerinizi ailenizle birlikte yiyin, toplu yemekte bereket vardır” tavsiyesine uyarak bütün ev halkı ile beraber kurulan yer sofrasının etrafına oturarak topun atılışını beklerdi. Şimdilerde birlikte yemek anlayış ve inceliği uygulamadan hayli uzak. Zamane şartlarının birlikte yemek yemeye izin vermediği şeklindeki sözler haklı bir mazeret gibi görünse de, Ramazan ayının bereketi, sair zamanlardaki bereketsizliğe bir örtü çekip mazereti ortadan kaldırıyor. İftar ve sahur vakitlerinde aile bireylerinin bir araya gelmesi vesilesiyle, Efendimiz aleyhissalatu vesselam’ın sözü de bilinçli/bilinçsiz uygulama fırsatı bulurken, aile olma hissinin de kuvvetlenmesine zemin hazırlıyor.

Sofra başındaki sessiz ve heyecanlı bekleyiş sırasında simalar adeta ruhanileşir, maneviyatın eşref vakti hissedilirdi. İftar topu ve vaktin ezanı işitildikten sonra kısa bir dua ve besmelenin ardından oruç, zemzem ya da zeytinle açılır, iftar sofralarının en cazip tarafı olan küçük tabaklar içinde sunulan iftariyelerle devam ederdi. “Tatbik-i adab-ı muaşeret” (görgü) ve “temsil-i hayat” açısından da dini ve milli bir karaktere sahip Osmanlı sofrası, Ramazan’da ayrı bir güzellik ve zarafete sahipti.Orucun açılmasından sonra küçük tabaklarda ikram edilen iftariyeler arasında çeşit çeşit reçel, peynir, zeytin, susamlı- susamsız simitler vardı.1950’li yıllara kadar iftar sofralarının süsü olan Çengelköy salatalık ve marulu, Arnavutköy çileği, yarımca kirazı.. gibi meyve ve sebzeler sofralardan eksik edilmezdi.

İftar bir oturuşta tamamlanmaz, iftariyeliklerden sonra aile bireylerinden oluşan cemaatle akşam namazı eda edilir, namaz sonrasında tekrar sofraya dönülürdü. Sıcak içilen çorbaların ardından pastırmalı yumurta, hindi veya tavuk, sebze yemekleri, 2-3 çeşit börek, sütlü veya hamurlu tatlılar, turşular genel olarak Osmanlı iftar sofrasının mönüsü idi..Mutlaka güllaç ile bitirilen yemeğin ardından şerbet ya da Yemen kahvesi ve su ikramı yapılırdı.

İftar vaktinin ne derece kıymetli bir vakit olduğuna (manen ve maddeten) özen gösterilmeden günün açlık ve susuzluğunu bir an evvel gidermeye odaklanan günümüz insanı büyük bir olasılıkla “ göz açlığı”ndan kaynaklanan bir iştaha ile mideyi tıka- basa doldurmaktan geri durmuyor.Oysa az önce ifade ettiğimiz envai yemeklere rağmen tümünün Osmanlı insanının midesinde yer bulduğuna inanmak haksızlık olacaktır. Ramazan dışında dahi , kuşluk ve akşam vakti olmak üzere günde iki öğün yemek yiyen Osmanlı insanı, Efendimiz’in(aleyhisselam)  doymadan sofradan kalkınız” sözlerini günlük düzenlerinden kabul ederek her çeşitten tadımlık alırdı.Zira şu özdeyişleri de, benimsedikleri bu anlayışın birer ürünüdür..

“ Az yiyen melek olur, çok yiyen helak olur.”

“Az yiyen her gün yer, çok yiyen bir gün yer.”

 Ramazan’da herkesin kapısının ve sofrasının herkese açık olduğu düşünce ve geleneği de dikkate alındığında iftara misafir gelebileceği de hesaplanarak bolca tutulan yemeklerden arta kalanlar fakir- fukaraya dağıtılırdı.İnsanın “insanlık” ile arasının hızla açılmaya başladığı çağımızda, akraba, dost ve komşularımızın dahi davetsiz evlerimize konuk olmaları “görgüsüzlük” olarak algılanırken, Osmanlı toplumunda ahbaplık ve komşuluk münasebetleri  gereği davetsiz olarak iftara gitmek bir saygı ve nezaket kaidesi idi.

***

Ecdadın Ramazan ikliminde saraydan en fakir eve kadar herkes huzurlu bir telaş içinde olur, biri boynuna ufak bir davul asan , diğeri eline bir cam fener alan davulcular mahalle aralarında, sokaklarda gezerek kendilerine has bir ritim içinde davul çalar, şiir okur, hayata farklı bir renk katarlardı.

Ramazan ayı boyunca güzel sesli hafızlar tarafından camilerde okunan mukabelelere kadın-erkek herkes(kadınlar kendilerine ayrılan bölümlerde bulunurdu) iştirak ederdi. Mukabeleler, sabah ile öğle, öğle ile ikindi ve hatta ikindi ile iftar vakti arasında okunurdu. Varlıklı aileler tarafından Ramazan için tutulan kadın hafızlar da vardı ki bunlar konu- komşunun da davet edildiği evlerde Kur’an tilavet ederlerdi.Kadınlar öğleden sonra iftar yemeklerinin hazırlanması ile meşgul olacakları için evlerdeki mukabeleler öğleye doğru  okunurdu.Camii ve evlerde okutulan Kur’an’ın tamamlanıp hatim duasının yapılması Kadir gecesi ya da arife gecesine denk getirilirdi.Mukabelelere katılmak, büyük camileri gezmek, namaz safının en arka kısmında durup teravih namazını kılmak gibi günlük faaliyetler sırasında kadınlar yeni dostluklar da kurup meşru sınırlar içinde gündelik yaşamlarını sürdürürdü..Kadınlar arasındaki bu  tür meşguliyetler , bugün de  adına “popüler kültür” denen,  aslen ateşten bir parça  olup su berraklığında görünen /gösterilen anlayışın  akışına kendini kaptırmayan hanımlarımız tarafından halâ devam ettirilmektedir.

***

Günlük telaş iftar sonrasında yerini sahur hazırlığına bırakır, Ramazan davulcusunun,

“Alem bu gece nur oldu,

Kalbimize sürur doldu.

Ey benim ağam, efendim

Kalkın vakti sahur oldu” çağrısıyla evlerden ışıklar sızmaya başlar, yer sofrasındaki kalaylı bakır sininin etrafına dizilen ev halkı sahur yemeğini yerdi. İftar sofrasındaki özen  sahurda da  devam ettirilirdi.  Sahur yemeğinden sonra yatılmayıp erkekler mahalle mescidine gider, kadınlar da evlerinde Kur’an okuma ve zikirle  meşgul olarak, hem manevi hem de bedeni hazmı sağlardı. Bazen bu sahur yemeklerinden davulcu ve mahalle bekçisi de ,

“Yeni camii direk ister,

Söylemeye yürek ister.

Benim karnım toktur amma,

Arkadaşım börek ister”

 veya

“Geldi yine oruç ayı,

Böreklerden yok mu payı”.. gibi nükteli dokundurmalarla nasibini alır, paketlenmiş yemekler kapı aralığından uzatılarak ikramsız bırakılmazdı..Ramazan’ın sonuna doğru 

 “davulum sırma telli

  Arkadaşım ince belli

 Bahşişimi çok isterim

  Küçük hanım nazik elli. türü manilerle bahşiş hatırlatılır, önceden hazırlanan paralar bir mintan veya mendil ile davulcuya hediye edilirdi.

(Konu  akışı gereği Bayram haftasında devam edecek inşaAllah)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Huriye Karnap Arşivi