Başörtüsünün Hakkını Vermek

Abes mi bilemiyorum ama içimde kalırsa kendimi “adam seçicilik”le suçlayacağımın da farkındayım. Sayın Mert Aslan’ın “Başörtülüler ve Kokanalar” başlıklı yazısının içeriğine yönelteceğim eleştiriden bahsediyorum. Doğrusu aynı haber sitesini paylaştığım başka bir yazar arkadaşımızın yazısını eleştireceğim hiç aklıma gelmezdi. Evvela yorum yazmak istedim fakat yorum alanının darlığından kendimi doğru ifadelendiremeyeceğimi anladım, zira kendisiyle tanışıyor da değiliz; yanlış anlaşılma ihtimalini ortadan kaldırmak için genişliğe ihtiyacım vardı.

 

Yazının başörtülüler kesitine bakınca iki tarafın yani İslami bir duruş sergileyenlerle aksi duruş sergileyenlerin ilgili meseleyi abartmalarından yana serzeniş ve yine tek cümlede özetlemek gerekirse “Kadının dindarlığı tesettürle özdeş midir?” sualine dayalı yetersiz bir cevap var.

 

Statükocu ve yasakçı zihniyet kalbinin ve zihninin el verdiğince siyasetiyle, dinden gelen kültürüyle, sosyal yaşamıyla… vs ardında hiç boşluk bırakmamacasına yüklendikçe yüklenmiş ve yüklenmeye devam ediyor. Başlarda  “bre zalimler” dediğim bu kesime artık “helal olsun size” diyorum; çünkü tuttuklarını şeytandan daha ustaca koparma kararlılığına sahipler ve “Müslümanım elhamdulillah” diyerekten durmaksızın tespih çevirenlerden daha sağlam durmayı başarabildiler. Bana göre tutum ve davranışlarını abartılı bulmak, “bu kadarını beklemiyorduk” düşüncesini taşıyanlara özgüdür. Kendilerince herhangi bir haddi aşma söz konusu değil, o hadd aşımı “ lütfedip burada durun “ diyen din sahiplerine göre. Daha evvel demiştim; bir hakkı dilenmeye çıkarsanız, dilenene dilendiğinin ayni ile verilmesi mümkün değildir, verilenle idare etmek zorundadır.

 

Peki, başörtülüler ve başörtü taraftarı görünen yahut başörtü farzından muaf olan erkek Müslümanlar tarafında bir abartma var mıdır? Keşke yeterince abartılabilseydi…

 

Bu meselede birbirinin hakkını ilk gözetmeyenler başörtülü kadınlar oldu; en başta dünyevi kaygılarla başını açmayı kabul eden, açmayı kabul etmeyeni ötekileştirdi; “senin yüzünden bana da farklı bakıyorlar” deme cüretini gösterdi.

 

Peki ya erkekler ne yaptı?

 

 “Bizim mahalle”nin bu kadar ses çıkarmasının sebebine geçmeden önce “dinin özellikle kadına bakan yönünün başlıca sembolü olarak görmüş ve bu konuda gereğinden fazla tepkisel davranmıştır ” yargısında soluklanmak gerekiyor. Başörtü, dini ahkâmın bütününde kadın gibi erkeği de sorumlu tutan “tesettür “ içinde yer alır. Bu tesettür, her iki cinsi bakışta, davranışta, niyette ve giyimde “yok aslında birbirimizden farkımız” dedirtircesine ortak paydada buluşturur. Fakat İslamiyet’in öz geleneğinden olan değerlerin erkekçe anlamlandırmalara tabi tutulmasıyla ortak payda tek haneye indirgenmiş,  geneli kapsayan tesettür yozlaştırılıp sadece kadınla sınırlandırılmıştır. Artık kadın saçını ve sair bedenini gösteremezken erkek Türk filmlerinden çıkmış “bağrı yanık Ömer” misali “çok sıcak” deyu yaka paça açabilir, namazda dahi saçını örtmez, daracık pantolonla modaya uyar, gümüş yüzükle Müslümanlığını ilan edip, taçlandırabilir, hayâyı kadına süs ederken (ki öyledir) kendi hayâsızlığını görmez olmuştur.  Özetle Müslüman kodlara çağdaş ama bir o kadar ataerkil format atılmasından ibaret hâl-i pür melal.

 

Bu hususun bir başka yönünde başörtüsünün hiç de “kadın adına sembol” edilmediği çelişkisi de vardır. Artık en dindar geçinen Müslüman erkek bile albenisi çok giyim kuşamı kadına yakıştırıyor, başörtüsünün dinen olması gerekenden farklı bir cazibe noktasına taşınmasından şikâyet etmiyor. Kadın çalışırken iş yerinde başını açmalı ama ( nasıl bir deyişse) dışarıda kapatmalı, kapalılığı tüm kombinasyonuyla çağdaş olmalı, koku sürünmesi yetmez, parfüm-deodorantı baştan çıkarıcı olmalı… Hâsılı kadın kapalı da olsa çağdaşlığın dayattığı imaj sektöründen alabildiğince nimetlenmeli.

 

Şu halde misallendirilen her iki durumda hangi kadının ve hangi tesettürün/ başörtüsünün kadın adına “sembol” edildiğinin cevabını ayrı ayrı aramak gerekmez mi?  Bu haller dışında başörtüsünü sadece kadının değil, dinden aldığı referansla Müslüman kimliğinin görünür sembolü yapan dinin ta kendisidir. İtirazın bu noktada olmadığına inandığımdan sırayı yasağın niçin bu kadar ses getirdiğine bırakıyorum.

 

Hukuksal, sosyolojik ve de psikolojik olarak bir gerçek vardır; kullanıma açık olan veya olması gereken bir hak geriletme- kaldırılma sürecine tabi tutulursa buna tepki verilmesi kaçınılmazdır. Bu hakkın nerede nasıl konumlandırıldığı çok fazla önem arz etmez; yeter ki, ihlal- geri çektirilme yapılsın. Konunun dinden gelen bir meseleyi içermesinden dolayı yine kendi içinden misal olsun. Laikliğin değil, laisizmin baş tacı edildiği ülkemizde şapka inkılâbı sonrasında ortaya çıkan itiraz ve direnişler farz olmayan fesin başlardan atılmasına ve tepkilerin “gavur icadı” noktasında toplanmasına dairdi. Bu itirazları haklı görenler gibi görmeyenler de oldu -ki hâlâ var.  Cuma namazının vakti mesai saatlerinin içine denk düşse yine itirazların ve tepkilerin olacağı malumdur; basına yansıyan haberlerde bu yönde manşetler bulmak da mümkün. Ya da farz namazlar aleyhine ciddi uygulamalara gidilse, dinin şiarından olan başka konularda engellemelerle, haksızlıklarla karşılaşılsa benzer çıkışlı sesleri duymak sürpriz olmayacak. Hani derler ya “insanın neresi ağırırsa canı oradadır” Bu yönüyle canınızın yandığı yerin acısını dindirmek için deva ararsınız. Haliyle çıkarılan sesleri başörtüsüne hasretmek doğru değil. Dün başkaydı, bugün böyle ve kim bilir bu gidişle daha nelere tepki verilmek zorunda kalınacak…   

 

Gerçi Sayın Mert söylemlerinde asıl vurgusunu  “başörtülüler ve başörtüsünü savunanlar diğer amellerinin hakkını veriyor mu ki başörtüsünü dinin tek emri olarak kabul edip bu kadar gürültü çıkarıyorlar” sorusunda düğümlüyor.

 

Başörtü, dinin en evvel gelen ve biricik farziyeti değildir; bunda mutabıkız. İnsanın inancının ve amelinin hakkını verebilmesi çok güzel bir şey, bunda şüphe yok. Ama bu hakkını verebilmeyi sadece başörtülülere özgü kılanlar “başörtü dinin biricik emri mi?” serzenişinde bulunurken farkında olmadan başörtüyü dinin biricik emri saydıklarını görmüyorlar. Amelden önce hakkı verilmesi gereken itikattır. İtikat düzgün olmadıkça amelin de sağlamlığından şüphe edilir, ki bugün namaz kıldığı, oruç tuttuğu halde Allah Teala’yı Hıristiyan inancından gelen söylemle hâşâ “Allah baba” diye ananlar, O’na suret verenler, işine gelmediğini emrettiği için “aman sen de “ çekenler var toplumumuzda. Belki rast gelmediniz ama örtülü kadını gibi sakallı Müslümanları da bu gibiler arasında. Kimlik Müslüman’ı olmaktan yani dinin araştırıp öğrenilmeden “öylece denildi” aşamasında kabul edilmesinden kaynaklanan bu durumdakilere “doğrusunu öğren” demek mi daha evladır yoksa “sen itikadının hakkını veremiyorsun, terk et “demek mi?

 

Başörtüsü kullananların davranışlarının gerek bilgisizlikten ve gerekse şartlarının el vermemesinden dolayı çok çeşitli tezahürlere büründüğünü hepimiz biliyoruz ve görüyoruz. Bunların yanında bilinçli olup nefsi kendisine galebe çaldığından hakkını veremeyenler de mevcut. Şimdi bütün bu kesimlere “hakkını veremediğin bu ameli terk et” demek mi düşer bize? Hiç sanmıyorum. Allah Teala emrettiklerinin hakkının verilmesini murat ediyor ama kullarına “hakkını verebilecekseniz amel edin” demiyor. Her zaman söylediğim bir şeydir, sözüyle, filliyle insan olamadıktan sonra Müslüman olmak çok fazla bir şey ifade etmez. İnsanın itikadı ve ameli Allah ile kendisi arasındadır,  diğer muamelatı ise kullarla ilgilidir.  Lakin yine de bu durum  “adam gibi adam” olana kadar Müslümanlığın her türlü gereğini askıya almayı gerekli kılmaz. Üstelik bir amelin hakkını verebilmeyi günümüz meselesi olmasından dolayı ses getirse bile başörtüye has yargılamak da adil değil; yargılayan kendisini,  niyeti de dâhil “sen hangi amelinin hakkını verebiliyorsun” şeklinde yargılamaya açar. Namaz kılana, oruç tutana sair amelleri yapana “hakkını veremiyorsun, bırak” diyebiliyor muyuz? Diyen vardır; ya dinle “inandım” demekten başka münasebeti yoktur ya da farkında olmadan “temiz kalpli Tanrı” rolüne bürünmeyi seviyordur.

 

Evet, pek çok alanda ses getirmesinden dolayı siretlerin barındırması gereken öz kaybolup gidiyor, doğrudur; lakin bir takım şeyler kayboldu diye bütünü terk etmek veya terkinin gerekliliğini mana ile salık vermek,  uğrunda mücadeleyi hak etmediğini söylemek adil ve hakça değil. Yıkmanın kolay, tahkim etmenin güç olduğu her alan gibi bu hususta da olması gerekeni öne çıkarmak bize göre çözümün başlangıcıdır; zira hakkını veremediğimiz için bu durumlara düşmedik mi?

 

“Kokanalar”…

 

Görüntüsü ile kokana olanların zihinsel kokanalardan ayırt edilmesi gerektiğini düşünüyorum; en azından şahsi tecrübem ile. Biliyorum ki nice süslü-püslü ve yaşını başını almış hatunlar başörtüsüne karşı değiller hatta Sayın Mert’in de yazısında vurguladığı üzere; başörtüsü taktıklarında hakkını veremeyecekleri düşüncesiyle geri duranlar mevcut. Şeytanın hilelerinden haberdar olanlar bu durumu “şeytanın sağdan yaklaşması” olarak tanımlarlar. Kalbin hak kabul ettiğini yine hak gibi görünen başka bir itirazla savuşturmadır bu yaklaşımın esası. Görünüşe aldırmamalı, mücadele içtedir. Zihinsel kokana ve dinozorlara ise elden sadece şifa talebi gelir, yapacak bir şey yok.

 

Son sözde, Sayın Mert’in bu yazıda eleştirdiğim boyutlarda bir düşünceye sahip olduğunu zannetmiyorum ama bu tür eleştirilerin ve düşünce şekillerinin de kapısını araladığını fark etmesini isterim.

 

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Huriye Karnap Arşivi