
Nuray
Adı Nuray’dı. Ben tanıdığımda yirmi beşli yaşlarını sürüyordu. Kırıkkale’nin köylerinden kalkmış ve Antalya’ya göç etmişlerdi. Köylük yerde az bir tarlaları vardı. Annesi çok güzel ama mimli bir kadındı. Nuray gözüyle görmemişti ama annesinin birkaç kişiyle adı çıkmıştı. Babası uzun boylu ve öne doğru kamburca yürüyen ağzı var dili yok bir adamdı. Kırıkkale’de daha çok inşaatlarda çalışır eve hafta sonları gelirdi. Yıllar yılı işe aynı elbiselerle gidip geldiğini iyi hatırlıyordu. Annesi takıp takıştırır, yakın köylere gezmeye giderdi. Evlerinin hemen arkasındaki üç dönüm tarlalarını hafta sonları ve bazen bir hafta evde kalan babası işlerdi. Sahi birde abisi vardı Nuray’ın. Abisi de çok güzel bir delikanlıydı. Nuray babasına, abisi –Sedat- annesine benziyordu. Sedat Nuray’dan üç yaş büyüktü ama Nuray kadar iş görmezdi. Bazen iki koyunları olurdu ve koyunların bakımı, tavuklara yem verme işi, bahçeden domates, salata, biber toplamak Nuray’ın işiydi. Açıkça diyemiyordu –demek istemiyordu, çünkü ağlamaklı oluyordu- ama annesi niyeyse abisini daha çok seviyordu.
Hatırlamak istemiyordu ama hatırlıyordu, arkadaşları arkasından annesi hakkında kötü kötü sözler söylüyorlardı. Bir gün ağlayarak eve gelmiş ve annesinin ısrarı üzerine arkadaşlarından duyduklarını annesine söylemişti. Annesi bir an durmuş, onların annelerinin de ne haltlar yediğini ben biliyorum dedikten sonra insanı ürküten kahkahalar atmış ve zaten yakında gideriz buradan demişti. Bu olayın üzerinden çok geçmeden Antalya’ya taşınmışlardı. Taşındıkları yıl Nuray beşinci sınıfa gidiyordu ve okulu Antalya’da bitirmişti.
Evde, babasının varlığı ile yokluğu belli değildi. Antalya’da da yine inşaatlarda çalışıyor ve aldığı parayı annesine getiriyordu. Babasının zorlamasıyla ortaokula ve daha sonra da liseye gitmeye başlamıştı Nuray. Çalışkan bir öğrenci değildi ama okumak ve öğretmen olmak istiyordu. Abisi ilkokuldan sonra okumamıştı ve Antalya’ya geldikten sonra da kuaförde çalışmaya başlamıştı. Evde dört kişi ama üç guruptular. Annesi ile abisi bir yanda, babası diğer yanda, Nuray ise başka bir yandaydı. Nuray, zaman zaman babasına daha fazla sokulur olduğunda annesinin alaylarına maruz kalıyor ve kendi içine kapanıyordu. Babası da alabildiğine sessiz ve ömrünü tamamlamak için gün sayıyor gibiydi.
Lise birinci sınıfın yaz tatilinde mahalle bakkallarının oğlu yolunu keser olmuştu Nuray’ın. Gelişmiş bir kızdı ama daha hiçbir erkekle oturup konuşmuşluğu yoktu. Bakkalın oğlunu tersliyor, yolunu değiştiriyor ama önünü alamıyordu. Yine gözleri yaşarmış ve “Babama söylerim, abime söylerim diyemiyordum…” demişti.
Bir sabah, babası ve abisi işe gittikten sonra annesi –sıra dışı bir tebessüm ve sevgi gösterisiyle- Nuray’ı kaldırmış ve bu gece seni istemeye gelecek demişlerdi. İnanmamıştı Nuray. Annem herhalde bir şeyler duydu ve beni sınıyor diye düşünmüştü. Ama hiç de öyle değildi. Ağlaya-sızlaya, inanmadan ve konuşmadan, 16 yaşında nişanlanmış onyedisinden gün aldığı günlerde de bakkalın oğluyla evlenmiş, oturdukları evin karşısındaki binaya gelin gitmişti.
Okulunu, gençlik düşlerini, aile mutluluğunu yaşamamıştı. Allah’ı var eşi ilk birkaç yıl çok iyi davranmıştı kendisine. Yirmi yaşında Elif adında bir kızı olmuş ve eşinin eve daha çok bağlanmasını beklerken tam tersi olmuş ve eşi çok geç saatlerde ve sarhoş gelmeye başlamıştı eve. Bu arada bakkal dükkânını kapanmış onun yerine berber açmışlardı. Kumar oynadığını duymuştu konu komşudan. Eve para bırakmaz olmuş ve ısrar edince de annenden iste, annende vardır diyordu.
Abisi askerden dönmüş ve zengin bir kadınla dost hayatı yaşıyor, babası, artık görünür olmuş boynuzlarıyla yaşamanın utancıyla sabahın köründe evden çıkıp gece karanlığında boş eve dönüyordu. Mahallenin bitimindeki küçük caminin imamıyla işte bu dağınık ruh halindeyken tanışmış, kısa sürede Kuran okumayı öğrenip, başını örtmeye ve namaz kılmaya başlamıştı. Bol bol dua ediyor ve eşine yalvarıyordu.
Sarhoş geldiği bir gece eşiyle kavga etmişler ve bir ay dışarı çıkmayacak kadar dayak yemişti. Gözleri morarmış, burnu patlamış ve saçlarının bir kısmı yolunmuştu. Nereye git sindi? Köye dönemezdi. İki yaşındaki Elif’i alıp kadın başına nereye gidebilir, nereye sığınabilirdi. Evde yiyecek hiç bir şey yoktu. Elif ağlıyordu. Kayınvalidesi gelmiş ve sen bu çocuğa bakamıyorsun ver ben bakayım demişti. Gözleri kararmış ve kayınvalidesini tuttuğu gibi kapının önüne koymuştu.
İmamın eşi yemek ve kuru erzak getiriyordu. Hatun ablasının yanında doyasıya ağlıyor ve rahatlıyor, Hocam bana bir iş bulsun daha fazla dayanamayacağım abla diyordu. Eşinin sarhoşluğu azalmamış sıradanlaşmıştı. Eşinle yatmak istemiyor kendisine tecavüz ettiğini düşünüyordu. Gözleri ıslanıyor ve bir gün yazarsın diyerek anlatmaya devam ediyordu.
Eşinin kalfası Hakan bir gece elinde poşetlerle kapıyı çalmış ve Nuray abla bunları Selim abim gönderdi diyerek eve girmişti. Ürpermişti Nuray. Çünkü daha önce böyle bir şey olmamıştı ve Hakan’ın bakışları samimiyetsizdi. Yanılmak istiyordu ama yanılmamıştı. Katıla katıla, bağıra bağıra ağlamak istemişti. Hakan, abla sıfatını da kaldırarak, bir kahveni içerim demişti küstahça. Hızlı düşünmesi ve karar vermesi lazımdı. Musa Hocası gelmişti gözünün önüne. Vakur ve ciddi bir gülümsemeyle ona bakıyordu. Sanki diyordu, bütün tırnaklarım bıçak olmuştu. Sanki bir anda başka birine dönüşmüştüm. Hakan’ı, eşimi, abimi, babamı paramparça edebilirdim. Hakan sanki hepsiydi. Ayağa kalkıp çabuk çık evimden demişti Hakan’a. Hakan çıkmış, Nuray’da kucağına aldığı Elif’le Musa Hocanın evine zor düşmüştü.
Ağlıyor, ağlıyor, ağlıyordu. Hatun abla üzerini soyup yatağa yatırmıştı. Kriz geçiriyordu. Kızı Elif hiçbir şeyin farkında değildi… Musa Hoca yatsı namazından geldiğinde Hatun ablası başına örtüsünü örtmüş ve Musa Hoca ondan sonra gelmişti Nuray’ın yanına. Musa Hocanın alnındaki kırışıklar artmış gibiydi ama yine de gülümseyen, kucaklayan ve merhametli bakışları vardı. Nuray’ın ellerini avuçlarına almış ve okşuyordu. Ve farkında olarak Musa Hocanın göğsüne yaşlanmış ve ömrünce ağlamadığı kadar ağlamıştı. Musa Hoca bir yandan okuyor, bir yandan sırtını sıvazlıyor ve gözyaşlarını topluyordu yanaklarından. Musa Hocamın yanında yeniden ve temizlenene kadar ağladığımı hatırlıyorum. Hatun ablamın da gözleri hep ıslaktı ben uykuya dalana kadar.
Musa Hoca, ben eşine haber gönderdim ve şimdi gidip konuşacağım kendisiyle demişti sabah kahvaltısını yaparken. Musa Hoca yatsı namazından sonra gelmemişti. Hatun abla, herhalde işi vardır sen yat uyumana bak diyordu ama bir şey vardı. Hissediyordu. Ertesi sabah da görmemişti Hocayı. Ne olmuştu da Musa Hoca Nuray’la yüz yüze gelmek istemiyordu. Daha sonra öğrenecekti. Eşi Musa Hocaya hakaret etmiş, annesi başkalarıyla yatıyor, sende kızınla mı yatıyorsun demişti.
Eve yalnızca kendinin ve kızının giyim eşyalarını almaya gitmişti birkaç komşuyla beraber. Babası, annesi ve abisi ortalarda yoktu. Herkes kendi derdine düşmüştü. Boşanmaları kolay olmuştu. Musa Hoca iyi bir avukat tutmuş, para işini halletmişti. Kendi evinin bir odasını Nuray’a vermişlerdi ama Nuray rahatsızlık verdiğini düşündüğü için sıkıntı duymaya başlamıştı.
Babasıyla buluşmuştu bir akşamüzeri. Konuşmadan yürümüşlerdi bir süre. Sonra bir banka oturmuşlar ve köydeki günlerinden başlayarak konuşmuşlardı. Konuşmuşlardı değil Nuray anlatıyor, babası dinliyordu. Babasının gözlerinde yaş vardı ama bu gözyaşları da kirli geliyordu Nuray’a… Buradan gidiyorum baba, buradan gidiyorum ve inşallah bir daha yüzünüzü görmem demişti.
Musa Hoca benimde hocamdı. Haksever ve vicdanlı arkadaşların da yardımıyla Musa Hoca Nuray’ı alıp Ankara’ya getirdi. Nuray’a uygun bir iş bulunmuş ve Nuray Ankara’ya gelişinden dört yıl sonra Kuran Kursu Hocası olmuştu.
Nuray bütün bunları bana Kurtuluş parkında anlattı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.