İki Dil İki İnsan, Bir Dil Hiç!

Epey zaman önceydi bir arkadaşımla zihin dağıtmak için TV.’nin karşısına geçip kanal yoklaması yapıyorduk. Bir ara siyah- beyaz bir Türk filmine denk geldik. Türk filmi müptelası arkadaşım için bulunmaz fırsat olan bu seyirliğe göz gezdirirken filmde geçen repliklerden biri hayli ilgimi çekmişti. Kurulan cümlenin tamamını şimdi hatırlamıyorum ama cümle içinde geçen “deh gidi deh” lafzı uzun süre (ve hâlâ ) Egeli arkadaşıma takılma bahanelerimden biri oldu. Meğer bu “deh gidi deh” benim bildiğim “ey gidi ey” in Ege versiyonu imiş.

Birkaç gün önce Prof. Dr. Orhan Türkdoğan’ın “Güneydoğu Kimliği” adlı kitabını okurken orada karşılaştığım pasaj o günü hatırlamama ve bu yazının devamını oluşturacak düşüncelere kapılmama sebep oldu. Kitapta geçen pasaj şu;

“ Cumhuriyet Halk Fırkası Umum Katibi Saffet Beyefendi ile Türk Ocakları müfettişi Hasan Reşit Beyefendi arasındaki yazışmalar(dan …) 8 Şubat 1930 tarihli mektubunda Hasan Reşit Diyarbakır içinde konuşulan bir Kürtçe şiirden bir dörtlük zikrediyor:

Kitırpil cike düze

Tiye tülü nergizi

Jin biya mestanem

Derdi men yeke kize.

Sayın müfettiş Türkçesini de veriyor; “Kitırpil düz yerdir. Gül nergis doludur. Dul kadın istemem. Benim derdim bir kızdır.”

Hasan Reşit Bey diyor ki; “Bu beyitlerde Türkçe olmayan bir kelime yoktur. Ve bu lisan yalnız Diyarbakır içinde konuşulmaktadır, yeniden yeniye işlenmektedir…” (a.g.e., s.95)

***

Yukarıdaki dörtlükte geçen kelimeler hakkında “Türkçedir” dense de herhangi bir yardım olmadan bildiğim ölçülerde Türkçe olup olmadıklarını anlamam oldukça zor. Buna mukabil bir Akdeniz, bir Karadeniz(li olmama rağmen) ve yine Ege yöresine ait şu misalleri anlamam da güç.

“Cülük araya gitti” (civciv ziyan oldu)

“Öngürde nişliyon”(orada ne yapıyorsun?)

“Katuk sahanı fırfıkıç”(ayran tabağı ağzına kadar dolu)

Elbette bu misaller başlı başına bir “dil” özelliğine sahip olmayıp Türk dili içinde günlük dilde yer bulan yöresel lehçelerdir. İlgili yörede bir süre bulunmakla ve kullanımı güncel tutuldukça şiveyi anlamak olanaklı hale gelir.

Aynı özellik sınırlarımız içinde konuşulan Lazca, Gürcüce, Çerkezce, Abazaca, Boşnakça ve Arnavutça için de söz konusu edilebilir mi? sualinin cevabını Prof. Dr. Türkdoğan’ın “Bunların hiçbiri sosyolojik açıdan etnik grup değildir. Sosyolojik açıdan bunlara ‘lisan halkları’ da diyoruz. Bir Gürcü, bir Laz, bir Çerkez ve bir Abaza kültürü mevcut değildir. Hepsi Türk Kültürünün taşıyıcısıdırlar.” (a.g.e.,s. 94) şeklindeki yaklaşımından yola çıkarak; harf ve gramerlerindeki farklılıklarından dolayı “düzenli bir öğrenme” ile mümkün olabileceği sonucuna varmak mahsurlu olmasa gerek..

***

Adı geçen dillerin yanı sıra hem teorik hem de pratik sahada birçok veçhesiyle ele alınabilecek bir diğer dil atlasını da; yer yer Doğu ve Güneydoğu Anadolu’muzun çok defa kırsal ve kapalı havzalarında konuşulan “Kürtçe” oluşturmakta. Bu husus sosyal ve kültürel açıdan diğerlerinden farklı olarak siyasi bir açmazı da barındırdığı için fikri mazisini daha gerilerden almak icap ediyor.

Kürtleri, Türklerden apayrı bir oluşum olarak göstermek için onlara bir dil, kültür ve tarih kazandırılmaya çalışılması çabaları çok eskidir. Bunun için Yunanlı Ksenofon’ un “Onbinlerin İnişi” adlı eserinden tutun pek çok efsanevi kimlik (ki bir kaçı cani tasviri içerir) Kürtlere ata yapılarak Kürtlere yadsınabilecek her ne varsa kullanıldı.

Ne Osmanlı Tarihinde ne de Türkiye Cumhuriyeti Tarihinde Kürtler hiçbir zaman azınlık kabul edilmediği gibi bu şekilde en küçük bir yaklaşımda dahi bulunulmadı. Hatta Osmanlı Devleti’nde Türk ve Kürt unsurdan Türkmen ekradı(Türkmen Türkleri) ve Türkmen Etrakı(Türkmen Kürtleri) olarak bahsedilirdi. Cumhuriyet döneminde ise ilk meclisten günümüze değin siyasi hakları(seçme, seçilme, oy kullanma)  her zaman var olmuştur

Tüm bunlara karşın Lozan Konferansında Kürtçülük propagandalarına güç ve atılım kazandırmak için İngilizler, Kürtlerden azınlık olarak bahsetti ve taleplerini bu yolla gerçekleştirmeye çalıştı. İsmet İnönü ve Rıza Nur “azınlık” tanımına karşı çıkarak Türk ve Kürt’ün birbirinden ayrılamayacağını, Kürtlerin azınlık olmadığını ısrarla vurgulayarak talebi konferans çapında bertaraf ettiler.

Tarihi arka planın özeti bu iken dil hususunda da; Türkçe’den ayrı bir dil olmadığı, Ari dillerden biri olduğu, Arapça Farsça, Türkçe gramer kurallarından etkilenen kelime yığını olduğu, bozulmuş Türkçe ve ağız olduğuna kadar pek çok görüş ileri sürüldü.

Konuya kendimizce çizdiğimiz meşru sınır, siyasi odaklı olmadığından mevcut Kürtçenin tabii bir dil mi yoksa farklı kültür çevrelerinden etkilenen sun’i bir lehçe mi olduğuna dair kısmı dil bilimcilere havale edelim. Çıkacak sonuç ister methiye, ister reddiye edebiyatına montelensin meselenin bizatihi esas garabet noktasını şu kısım oluşturuyor.

              ***

“Çocuklar Türkçe bilmez öğretmen Kürtçe”

Yukarıdaki cümle 28. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde gösterime giren “İki dil bir bavul” adlı belgesel-filmin fragmanından küçük bir alıntı. Özet açılımı şöyle;  su, barınma gibi temel ihtiyaçların kısıtlı olduğu ve Kürtçenin yoğun olarak kullanıldığı bir köye tayini çıkan öğretmenimiz normal müfredatı takip edeceği beklentisiyle derse girer. Lakin ne öğretmen çocukların dilinden anlıyor ne de öğrenciler öğretmenin. Hali hazırda çare bir ders yılı boyunca çocuklara Türkçe öğretmekten başka değildir.

Bu manzara, doğu ve güney doğu’nun kırsal kesimine yolu düşen eğitim ve öğretimle vazifeli kişilere aşinadır. İlaveten buna şahitlik için mutlaka öğretmen olmak da gerekmiyor. Herhangi bir sebebe binaen o yörede cevelan edenler için yetişkinlerin dahi hiç Türkçe konuşamadıkları keramete haiz değil. Hâsılı yüzleşilen sadece bir film değil mevcudun trajikomik ahvali…

“Bir dil bir insan,  iki dil iki insan”  klişesi ile yıllardır anadil yanında bir yabancı dilin öğrenilmesi vurgulanıp duruldu. Bu vurgu yanlış değil(di) ama Türkçenin; İngilizce, Fransızca… vs. kelimeler yumağı haline getirilmesi ve yönlendirilen dilin kültürüne kayma noktalarında yanlışa tevessül etti(rildi.) Öyle ki, İlköğretimden itibaren bir Batı dilinin müfredatta seçmeli ya da zaruri yer bulması “milli onur” vesilesi yapılarak pek çok Fakülte bölümü yabancı dil hazırlık sınıfı ile başlatıldı. Diğer uçta üniversiteye kadar hiçbir öğretim aşamasının güzergâhında Doğu dilleri bulunmadığı gibi mezunları da “fuzuli” kaşeli diploma sahibi oldu. Pratiğe yansıyan diğer bir tenakuz ise “bu ülkede hiç İngiliz, Fransız… vs. köyü yokmuş, pardon” deyu Doğu’ya mesleğini icraya gönderilenlerin sudan çıkmış balığa döndürülmesi.

***

Bu durum “Türkçenin mi yoksa Kürtçenin mi öğrenilmesi daha zaruri?” gibi bir zihin tırmalamasına sürüklerken aynı zamanda şu soruyu da akla getiriyor.

Anayasamıza göre; Türkçe’den başka bir dille eğitim ve öğretim yapılamayacağı hususu sabitken; Türkiye’de  Batı dillerinde ( İngiliz, Fransız, Alman Dili ve Edebiyatı Bölümleri..vs) eğitim ve öğretim yapılabildiği ve anayasaya br aykırılığı söz konusu edilmediğine göre bir Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü neden olmasın?

Şahsi kanaatimiz odur ki; bu suale verilecek cevap, tarih boyunca kaynaşıp aileler kurduğumuz, ortak bir kültürü paylaştığımız, sosyal ve insani ilişkiler nokta-i nazarında Kürtler ve Kürtçe lehine çıksa bile;  bazı şovenistlerin ileri sürdüğü "Bu halkın dilini ve kültürünü kabul edenler bir gün toprakların adını da kabullenecekler" düşüncesi tüm var olan ve var olabilecek müspet düşünceleri töhmet altında bırakıyor

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Huriye Karnap Arşivi