Özel sebeplerden dolayı bir süre yazmaya ara verdiğim günden, bu satırları kaleme aldığım zamana değin içimden en sık geçen cümle “bir başkadır benim memleketim.” Hani tatile çıkmış olsam Ayten Alpman’a eşlik edercesine ballandıra ballandıra “her köşesi ayrı bir cennet…” diyeceğim ama öyle değil. Gerçi ülkemiz güzel olmasına güzeldir, hatta allı pullu mazeretler üretmeksizin en fazla hava atmaya layık özelliğimiz de budur. Lakin bunca güzelliğin içinde cereyan eden kargaşanın ortasında kimimiz gülerken, kimimiz de olmadık hikmeti okumaya çalışıyor.
Neden mi?
Çünkü siyasette, ekonomide, medyada aynı tekrarların sıkıcılığını bünyemize çekip duruyoruz. Dolayısıyla sebebinin farkında olduğumuz ya da olmadığımız boğulmuşluk, bunalmışlık hissi gırtlağımıza yapışmış, bırakmıyor.
Ve yine benzer çünkü ile;
Belirsizlik içindeki çok katmanlı hâllerimiz arasından “kimin ne alacağı varsa” diyerek iç siyasi gerilime lazım-melzum çerçevesinde bando ile eşlik eden bir çok yazı-çizi gözümüzün, kulağımızın hizasında arz-ı endam ediyor.
Haliyle onca kaçan-kaçırılan ahkam kesme malzemesi arasından ” hangi konuda yazsam” diye düşünmeden de edemiyor insan. Gerçi bu “olmadık hikmet” arasında dişe dokunur bir hikmet aramak, bitpazarına nur yağmasını beklemekten farklı değil ya neyse diyerek başlayalım..
“Acaba”diyorum…
Modern hayat unsurlarına “bencillikle” iştirak eden, dışarıdan geldiği için farklı ve iyi algılanan şey karşısında gençlerin düştüğü bocalamadan mı, yoksa halkından kopuk, onun ihtiyaçlarını görmezden gelen BABA’nın hal-i pür melalini mi mevzu bahis etsek?
“Dinde yeri nedir?” sualinin cevabını es geçip, dervişilik ayağına kapitalizmi payanda edinenlerin bedavadan geçinmelerini temin edecek yeni iman teorilerinden mi, yoksa dışlanmışlığını ancak ve ancak Valentine sayesinde giderip sosyalleşebilen ve lakin aklını semirttirdiğinin de farkında olmayan muhafazakarlardan mı bahsetsek?
Ağzından köpükler saçarak konuşanlardan mı dert yansak, yoksa yazılı basının üçüncü sayfalarında boy gösteren öfke nöbetlerinden, günden güne yerleşen intikam duygularından, yüz yüze, dipdibe yaşadığımız insanlarla nasıl düşmanlaştığımızdan mı?
Uyanıklık ameliyesinin iş bitiriciliğiyle hareket edenlerin toplumu sızlandırıp kendini neşeye gark eden hazzından mı dem vursak, yoksa itilmiş, mahcup ve ezik düşürülmüşlerin endişelerinden mi?
Kavim, ırk, mezhep, dil farklılıkları üzerinde istatistik yapıp, sömürgeciliğin yeni ve ara yüzlerinden nemalananlardan mı, yoksa suni korku dalgalarıyla nasıl tırstırıldığımızdan, sindirildiğimizden mi?
Azarlayıcı, kutuplaştırıcı, düzen verici daimi ihtilal hallerimiz mi söz konusu edilmeli, yoksa onca faili meçhul cinayeti, olayı yargı sürecine götürmeyenlerin tarafsızlığı dillerine pelesenk edişinden mi?
“İnsanlık yararına, onuruna” diyerek, ne faydanın ve ne de onurun yanıdan geçmeyen vicdanların ve o vicdanlara oturtulmuş edebiyatın verdiği vecd halimiz mi, yoksa artık seyretmekle yetinip, hiçbirinden kendimizi sorumlu tutmayışımız mı konu edilmeli?
“Taklit et, şöhret ol” / “yata yata kazan” flaş reklamlarına mesai harcayanlara karşılık, bilmem kaç km tepip okulda eğitim alan çocukların dramına mı yanmalı, yoksa kan emerek şişenlerin obezliğine mi?
Parti, örgüt, ideoloji namı altında kendinden olmayanı yok etme kıyıcılığıyla birbirine selam verenlerden, mal-mülk verenlerden , her naneye poz verenlerden mi, yoksa künye vererek hedef kampanyaları düzenleyenlerin yazdığı yazılardan ve o yazıları su gibi okuyup içimize nasıl akıttığımızdan mı bahsetmeli?
İhbar ve şaibeleştirme listeleri hazırlayanların fişleme sanatı ve felsefesindeki ilericiliğinden, zihniyete göre yap-boz demokrasi oyunlarından mı söz etmeli, yoksa kurumlar arası ve /veya kurum içi çatışmaların “savaş aracı” olarak nasıl kullanıldığından mı?
Sayılanlar ve sayılmayanlar şimdi mi oluyor? Hayır. Çeşitli alt başlıklarla hep olagelmişler. İşte, aynı/benzer sorunları ve çözümlerine dair fikirleri vurgulamak zorunda kalmışlığımızdan dolayı bunalıyor, boğuluyoruz ya.
***
Siz, biz, onlar…hepimizin gördüğü- bildiği ortak kayıplarımız var. Var amma bu kayıpları görmezden- bilmezden gelenlerin bıyık altından vah vah çekip gitmelerine müsaademiz de var. Zira parmağına bilmem nerden ve kimden kalma şövalye yüzüğü takıp çalım satanlara lafımız dokunmaz, onlar için her şey dümdüzdür. Öylesine dümdüz ki, tüm olup bitenlerden kâr elde edebilmek için en mahir yeteneklerini kullanırlar.. Bu sebeple hitabımız onlara değil. Dile getirilişini dahi klişe ve alaturga bulmaksızın sorunların asıl kaynağını arayanlara. Yani, hırsızlığın, işsizliğin, anarşinin, terörün siyasi nedenlerini göre göre, yaşaya yaşaya bellediğimiz halde artlarındaki eksikliğin ne olduğunu kavrama iştiyakında olanlara.
Peki, bu yazıyı yazan olarak tüm sorunları çözecek periyi veya mercii buldum, iddiasında mıyım? Değilim. Sadece bir kanaatim var.
Lafın özü;
Vicdanımızı sakladığımız yerden çıkarmayı başardığımızda yola geleceğimize/gireceğimize kaniyim. Hasılı, yargı, siyaset ve bürokrasi üzerinde ahlak ve vicdana dair tonlamayı daha güçlü kıldığımızda muhabbetle dillendirdiğimiz “bir başkadır benim memleketim” havası daha gür bir nida ile çıkacak. İşte o vakit, zevahiri kurtarmakla yetinen memleketimden bir başka ve bambaşka bir memleket doğacak
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.