
Senin yerinde olsam...
Geçen günlerde Elazığlı öğrenci kardeşim Ahmet aracılığıyla dört öğrenci bayanla buluştum. İstisnasız hepsi sabaha açacak gül tomurcukları kadar güzeldiler.
Dört demet Nergis çiçeği alıp buluşmaya gittim. Ahmet beni kızlara o kadar çok anlatmış ki şapkadan tavşan çıkarsam yeridir. Oysa benim şapkamdan çıkacak olan annemden miras alıp dağıttıklarımdı.
Vermenin ve paylaşmanın güzelliğinden, Rabbimizin bizlere özellikle vermemiz ve paylaşmamız gereken bir yetenek, güzellik verdiğinden, tebessüm etmenin, önce dinlemeye ve anlamaya çalışmanın âlicenaplığından bahsettim.
Daha o sabah, elime geçen beyaz el ilanından yaptığım kâğıt gemiyi verdiğim çocuğun sevincini anlattım kendilerine. Ve şöyle sordum: Bu sabah evinden çıkan on bin Ankaralı, kâğıttan gemiler yaparak önlerine ilk çıkan insana vermiş olsalardı ne olurdu? Gülümsediler.
Yaşamak ve var olmak elbette ki bu kadar basit değildi. İnsan halifeydi. İnsan olan insan erdemli bir yaşayın peşinde olmalıydı.
Basit bulduğumuz ve hatta küçümsediğimiz eylemleri pas geçip, yeryüzünde sırasını bekleyen daha nice mutsuzluk varken bizler tutup üç-beş yıl sonrasının olabilecekleri için üzüntü duyup coşkumuzu ve bereketimizi azalttığımızı anlattım.
Bizler önce suratını asan ve olumsuz cümleleri peş peşe kurduktan sonra da “Ama ben senin dostunum”, “Bunları seni iyiliğin için söylüyorum” gibi gerçek manada dostluktan, samimiyetten, sabır ve anlayıştan uzak davrananlar değil miyiz diye sordum.
Güzel bilinmek, güzel hatırlanmak, güzeli beklemek için öncelikle bizim güzel olmamız gerekmiyor muydu? Mecazi manada “Ben delileri –çılgınları- severim” diyen bizler nasıl bir korkaklık ve sünepelikle kendimiz delilikten-coşkudan uzak duruyorduk.
Kadınlarımız bizim geleceğimizdi. İmam Humeyni “Kuran insan yetiştirir, Müslüman kadınlar toplum yetiştirir” diyordu. Sizler çok ama çok önemlisiniz dedim.
Hiçbir şeyi olmadığını bilenin bile her halükarda tebessüm dolu bir yüzle verebileceği bir bardak suyu muhakkak olurdu.
Kızlar, bizim oraların deyimiyle “ipluk” gibiydi. Hasan Kaçan abimizin ifadesiyle “çillop” gibi kızlardı. Onlara bakarken sanki Uzun gölü seyrediyordum. Sanki bir sabah vakti Üsküdar’dan Kız Kulesine bakıyordum. Sanki yaylalardaki rengârenk çiçekler arasında dolaşıyordum. Sanki ellerinde kaya kınası vardı ve başlarına sütleğen çiçeğinden taç takmışlardı.
Ahmet. Ben senin yerinde olsam, ağzımla kuş tutar, dağları delip su getirir, bu kızlardan birini muhakkak alırdım.
O.Yüksel Serdengeçti’de okumuştum: Hüsnü Gürel anlatıyor: “Bir gün hocam –Vasfi Raşit- talebeleri imtihan ediyordu. Biz de dinliyorduk. Sıra gayet güzel bir kıza geldi. Hocanın karşısına geçti, oturdu. Derin derin düşünmeye başladı; o düşüne dursun, seninkinin nutku tutuldu… Kıza hayran hayran baktı, baktı, “Kızım” dedi, “Sana Allah vermiş, ben ne diye vermeyeyim! Çık.” “
Hepiniz çıkabilirsiniz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.