Ön-söz

Ne zaman bir kitabın ya da derginin kapağını açsanız karşınıza “önsöz”, “dibace”, ””editörden” başlıklı bir yazı çıkar. Bu türlü başlıklara neden gerek duyulduğuna dair akademik ve popüler bir izah getirilebilir elbette ama genel olarak ya eserin muhtevası hakkında kısa bilgi verme ya da yazarın algılayışı ve kullandığı üslupla ilgili bir açıklaması vardır. Başka bir ifadeyle konuya ve okuyucuya dair bir çeşit “selâmlama”dır bu.

Böylesi bir girişe neden gerek duydum?
Nedeni şu; sizlere “merhaba” dediğim bu yazı ve sonrasında gelecek yazıları kaleme alacak olan “ben” ile okuyucu olarak bana refakat edecek “siz” arasında bir köprü kurmak niyetindeyim. Niyetimizin daha sarih açılımını ise şu şekilde yapalım.

Bilindik mesellerden biridir; ”insan kıyafetiyle karşılanır aklıyla uğurlanır.” Cümlenin asli manasını şimdilik aklımızın ardına atıp farklı bir içerik yükleyerek şöyle düşünelim. Yazarken “anlatabilme”, yazıyı okuyucu ile buluşturduğunda ise “anlaşılabilme” derdi olan ve daha evvel hiçbir şekilde karşılaşılmış olunmayan bir yazarı gayrısına karşılattıran doğal olarak kaleminden çıkan sözüdür. Ne var ki, kitap hacmindeki eserlerden yazarın ilgili konudaki düşüncesi, dünyevi ve uhrevi meyilleri, kabulleri hakkında bir çıkarımda bulunabilinse de köşe yazısı tarzını muhtevi metinlerden “kesinlik” ifade edebilecek bir yargıya varmak çok güçtür. Çünkü yazar konuyu belki de bir yanı ile ele almayı amaçlamış ve o minvalde değerlendirme yoluna gitmiştir. Dolayısı ile konu her açıdan kapsamlı bir içeriğe sahip olmayıp, söz henüz yarımdır, tamamlanmamıştır ve sözü tamamlamak evvela yazanın hakkıdır, okuyucunun değil. Aksi halde söylenmemiş şeyleri “söylendi” farzı ile varılabilecek yer “zannetme”den ibaret kalır ki bu da başlı başına karışıklık sebebidir.

“Yazan ve okuyanın gündemi okuması” ayracı ile sözün içine biraz daha girelim…

Yazanı ve okuyanı ortak paydada birleştiren “şey” haber dili ile “gündem”dir ve bundan etkilenen ne şekilde tavsif edilirse edilsin insandır. İlk evrede, “gündem” soyut bir kavram gibi düşünülse de onu belirleyen ve ondan etkilenen de insan olduğuna göre; bu etki nereye kadar sıhhatlidir ve sıhhatini muhafazaya dair nasıl tedbir alınmalıdır? Bu soruya atfen ve “kendimizce” kaydını da düşerekten bunun izahını şöylece yapalım.

İnsan ruh sahibi biyolojik bir varlık olduğu kadar sosyal bir varlıktır da. Bu özelliği ona kendi içi ile bağ kurabilme ihtiyacı kadar başkaları ile de iletişim kurma/kurabilme gerekliliğini hissettirir. Hülasa, etrafında olan biteni bilmek, bunlar üzerinden bir fikre, düşünceye, duruşa sahip olmak hakkı ile gayrısından haberdar olma aktivitesine de zorunludur.

Haber vermek ve haberdar olmak olayın künhüne vakıf olmak değildir amma öyle zannedilir çoğunlukla. Bu zannediş bulandıran, gölgeleyen, kafa karıştıran, bazen duraksatan gündem içinde kışkırtıcılığı da beraberinde getirir. Bu kışkırtıcılığın özünü oluşturan şudur; Bilgi vukufiyet gerektirdiği halde kulak verdiğimiz şey hakkında evvelden bir donanıma sahip değilsek sadece fikir sahibiyizdir. Bu fikir sahibi oluş, bir bilginin akabinde geliyorsa ne âlâ. Olsa olsa ekstradan farklı bir bakış açısı daha edinmişizdir. Aksi durumda yani bilgimiz olmayan bir konuda sırf gündemi/ günceli oradan- buradan, ondan- bundan takip etmekle iktifa ediyor ve akabinde kırılmaz görüş ve düşüncelere sahip olup, bu hali kılıç gibi etrafımıza sallıyorsak bir molaya ihtiyacımız var demektir.

Bir örnek üzerinden değerlendirelim.
Yıllardır değişmeyen ve değişmek bilmeyen hatta çözüm üretmekle vazifeli mercileri dahi yanlış kararlara sevk eden Ortadoğu, Kürt Meselesi, Kıbrıs, Terör gibi müzmin gündemlerimiz var bizim. Bu türlü içeriğe sahip konuları değerlendirirken meselelerin tarihi, sosyolojik, siyasi arka planları yeterince bilinmiyor, dikkate alınmıyorsa günlük haberlenmeler üzerinden varılacak sonuçlar da her kesim için yanıltıcı olacaktır.

Ziya Gökalp’ın de “Bu zamanlar, insanları ya sefil yahut kahraman yapar. En fena ihanetler, bu zamanlarda yapıldığı gibi, en yüksek fedakârlıklar da bu devirlerde görülebilir. İşte bugün biz böyle bir devre içinde yaşıyoruz” dediği gibi terminolojilerin, kavramların, duruşların kısaca her şeyin değiştiği, dönüştüğü bir dünyada gündeme- güncele holiganlık derecesinde takılıp, asli olanları –olması gerekenleri göz ardı edersek, doğruluğu ve geçerliliği denenmemiş yeni ve göreceli değerler yozlaşma ve içsel yoksulluğu da beraberinde getirecektir.

Bu saptamanın sağlamasını şu şekilde yapmak da mümkündür. Şayet haberdar olunan iyi, güzel, doğru bilinenle bir diğer haberdar olunan kötü, çirkin ve yanlış arasında seçme ve uygulanabilir kılma hakkımızı “selametle” yerine getiremiyor, toplu ağlama seanslarından öteye gidemiyorsak daha da içinden çıkılmaz hale varıyoruz demektir.

Bu bahsin tamamlanması için hayli tafsilata ihtiyaç varsa da biz “merhaba”mızı yineleyerek sözü burada bağlayalım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Huriye Karnap Arşivi