VURULDUM, ANNE!

 

            Yine bir Nevruz günüydü ve güney illerinin yeşile çalan, barut kokulu mevsimi yine gelip çatmıştı. Oysaki her bahar yüreğinde; üzerine güneşin cansız ışıkları düşmüş toprağı yararak, gökyüzüne büyük bir özlemle bakmaya çalışan bir kardelen çiçeği gibi kıpır kıpır hareketler olurdu. O gün yine her bahar olduğu gibi yüreği kıpırdıyor, içine heyecanla karışık bir tedirginlik yayılıyordu.

            O, dört çocuklu bir ailenin son beşiğiydi. Üç kız kardeşin ve çektiği çilelerden ötürü iki büklüm olmuş bir annenin biricik fidanıydı. Babasını, henüz çocuk denilecek yaşlardayken trafik canavarına kurban vermiş, devlet babanın şefkatli kollarına sığınarak yatılı okulda okuyup adam olmuştu. İşte belki de bu yüzdendir ki devletine hizmet edip vefa borcunu ödemek istiyordu. Akademide okuduğu ilk günlerden kafasına koymuştu. Hayatının en verimli yıllarında çocukluktan beri kendisine emeği geçenlere hizmet edecek, memleketinin en çetin yerlerinde görev yapacaktı. Bu arzusunu, mezun olur olmaz devlet büyüklerine iletmiş ve ülkenin kanayan yarası, güney illerinden birisine Polis Memuru olarak atanmıştı. 

            Çocukluğundan bu yana her yıl büyük bir heyecanla beklediği bahar mevsimini oralara gittiği günden beri yüreğini adeta bir mengene gibi sıkıştıran kocaman tedirginlikle karşılıyor, bir an önce bitmesi için ise dua ediyordu. Arada bir “baharın ne suçu var bunda, suçlu arıyorsak eğer; mazlum kanına bulanmış ellerini sürdükleri kirli yüzleriyle utanmadan, arlanmadan insanlığın karşısına dikilip edepsizce haykıran çığırtkan sesli insanlardır suçlu” diyor ve kendisini öyle teselli ediyordu. İçine bulandıkları çirkefin adını özgürlük mücadelesi koyup, henüz hayatlarının baharında ellerine tutuşturdukları bir bomba ile minicik bedenleri caddelerden şuursuzca akan insan selinin içine salıveren vicdan ve iman yoksulu yaratıklardı eğer varsa bu işin sorumlusu. Bahar aylarında bir umudun, taptaze bir pencereden var gücü ile fışkırdığı o anlarda insanların bütün heveslerini kursaklarına tıkmaktan çekinmeyen insanlık özürlü insanlardı suçlu. Analarının karnına sığmışken, kocaman dünyaya sığmayacak kadar belalı başları ile üç günlük dünyayı insanlara zehir zıkkım etmek için çalışanlardı suçlu. Baharın ne suçu var?... Oturup kardeşçe anlaşmak, el sıkışmak, kucaklaşmak dururken yaşamayı kavga etmek olarak görüp gelecek nesillere sevgi yerine dövüş kültürü miras bırakmaya çabalayan soysuzların yaptıklarında değil de baharda mıydı bütün suç? Bilmem kimdeydi bütün suç? Eline tutuşturulan bir bombayı birilerine atmaya çalışırken bombanın patlaması sonucunda önce elini, sonra da hayatını kaybeden çocukta mı, o bombayı onun eline veren vicdansızlarda mı, yoksa her şeye rağmen onu hastaneye yetiştirmeye çalışan poliste miydi suç?...

            Sabahtan bu yana kafasını ve yüreğini meşgul eden, ardı arkası gelmeyen sorularla meşgulken kulaklarını çınlatan bir telsiz anonsu ile irkiliyor ve bir an önce arkadaşlarına katılmak üzere görev yerine doğru harekete geçiyordu. Cudi Dağı’ndan çatışma sesleri yükseliyor ve iki ateş arasında direnmeye çalışan askerlere yardıma gitmeleri gerekiyordu.

Belki bir vedaydı bu, yıllardır ekmeğini yediği, suyunu içtiği suçsuz günahsız şehre. Belki her sabah gülümseyerek yüzlerine baktığı komşularına bir elvedaydı. Belki de her akşam, günün yorgunluğunu yarı Türkçe, yarı Kürtçe şakalarla atmaya çalıştığı mahalle bakkalı Memo Dayı’ya son bir şakaydı bu.

Cudi Dağı’nın henüz yeni yeşillenmeye başlamış, güneşin ve bulutların adeta yer kapmaca oynamaya çalıştığı kuzey yamaçlarında atılan bir kahpe kurşun ile göğsünden vurulmuş ve günlerdir sızlayan yüreği son bir kez daha derinden sızlamıştı. Sırtını hemen yanı başındaki kayaya yaslayıp elini sağ göğsündeki cebine uzattı ve cebindeki telefonunu çıkararak titreyen eli ile birinci numaraya kaydettiği anneciğini aradı. Son bir kez onun, yüreğine ninni olan sesini duymaktı tek maksadı. Lakin nefesi fazlasına yetmedi. Sadece “vuruldum anne!” diyebildi.

Yine bir Nevruz günüydü ve etrafı ölüm sessizliği kaplamıştı. O, anne sesinin şefkatine tutunup memleketinin kan ve barut kokan dağlarından çok uzak diyarlara doğru gülümseyerek uzun bir yolculuğa çıkmış, ardında ise bahçeye diktiği boynu bükük karanfilleri, sevdalısını, iki yavrusunu ve her şeyden önemlisi kendisi gibi yüreği yaralı bir anne bırakarak göçüp gitmişti…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Hamdi Ülker Arşivi