Üzgün Gezerin İç Çatışmaları

Bu bana sık sık olur. Geçen gün ikindi vakti dertler boğazıma sarıldığında kendimi yine dışarıya attım. Yalnız gezerken beni rahatsız eden kimi kaygılar ve düşüncelerle çatışmaya girmekte daha cesur olduğumu, çoklukla galip geldiğimi, dolayısıyla uzun yaya yürüyüşlerin akıl sağlığıma iyi geldiğini keşfedeli epey zaman oldu ve o günden bu yana hem uyguluyor hem de bütün dostlarıma öneriyorum.
 
 Şehrin kalbine doğru yürümeye başladım. Zihnimi dolduran amansız düşüncelerime garip bir koşutluk içinde trafik de karışıktı, korna sesleri boyuna birbirine giriyordu. Yüreğim söylemekten zevk duymayacağım kimi sebeplerden ötürü acılarla dolu olduğu için başım önüme eğikti. İnsan başını önüne eğiyorsa, durum dünyaya ve halkına karşı küskünlük içinde ve özellikle yüz yüze iletişime kapanmaya hazır olduğunun işaretidir.
 
Kişisel olarak bir şeyin olmasını istediğim zaman, Yüce Dost’la konuşurum. Derdimi O’na arz ederim. Bilirim ki, insanları ve olayları kontrol eden yalnızca O’dur ve isteğimi gerçekleştirmek için dünyayı bile altüst edebilir. Üstelik alacağım şeyin başkasından bir şey eksiltmesine razı olamayacağım için, insanların sıkça başvurduğu “başarıya ve başarılıya omuz vurup kenara iterek”, “sırtına başına basarak” ilerlemeye çalışma tarzındaki bildik ayak oyunlarını hiç beceremem. Hilenin en iyilerini bulabilecek kadar aklım olduğuna inandığım halde, onları merak etmenin dahi ahlaksızlık olduğu kanısından ayrılmıyorum. Bunları yapanlar, iblisin ayak oyununa gelmektedir ve benim gözümde hiçbir zaman iflah olmayacak derecede zavallı ve hilekar birer komedi unsurudurlar. Başarının ve başarılının şerrinden emin olmamızın, ayağa kalkarak onları alkışlamaktan başka çaresi olduğunu sanmıyorum. İşte o zaman, Yüce Sultan’ın ve kullarının nazarında hakperest ve kadirşinaş kimseler olarak nadide bir yer tutarız. Doğrusu, benim kudretli ve sevecen bir dostum var, beni yalnız bırakmaz. İstemeyi bildikten ve içtenlikle istedikten sonra, dost ve yardımcı olarak Allah yeterlidir. O’ndan daha güzel bir vekil de, dost da, aşk da yoktur.
 
Aynı halde yürürken, birdenbire şehrin eski bir mahallesinin ara sokaklarında buldum kendimi. Böylesi yerler, genellikle bir parça hüzünlü görünür gözüme. Tıpkı tren istasyonları gibi, sayısız ve pek dokunaklı hatıraları saklarlar koyunlarında. Nice aşklar, nice ıstırap ve hasretler, nice hicran yaralarıyla doludurlar.
 
Aklım daldan dala atlıyordu. Neden sonra, henüz ortaokulda okurken yaşadığım tek yanlı aşkımın hazin öyküsü geldi aklıma. Adı Leyla idi. Gözüme o denli sevimli görünüyordu ki, olanca haylazlığıma rağmen onu görebilmek için iki yıl boyunca okula bir gün bile devamsızlık yapmamıştım.
 
Evet, tam olarak iki yıl boyunca delicesine bir aşkla sevmiştim Leyla’yı. Bazen evden çıkar ve oturduğu mahalleye giderdim. Gözüme kutsal bir mekanmış gibi görünen evlerinin arka sokağından sessizce geçtiğim sırada kalbim büyür de büyürdü. Gürültüsü kulaklarıma kadar gelirdi sanki. Bütün gün işini gücünü bırakıp pencerenin ardında dikilerek benim arka sokaktan geçmemi bekliyormuş gibi budalaca bir yanılsamaya kapılarak, camlarından birinin perdesinin hafifçe aralandığını, oradan beni seyrettiğini sanırdım hep. Başımı kaldırıp bakamazdım elbette; ama nedense beni gördüğünden hiç kuşku duymazdım. Böyle hissetmemi sağlayan şeyin utangaç bir aşkın bildik oyunlarından biri olmaktan öteye geçmediğini anlamam hayli uzun sürdü ve kendime çok güldüm. Ah! Aşk insanı ne kadar gülünç hallere düşürüyordu! Ama itiraf edeyim ki, o zamanlar aşkımın beni kolayca ikna ettiği bu temelsiz sanrı pek safça bir güzellikti!
 
Onu sevdiğim süre içinde, beni görmediği yerlerde saçım başım hep dağınık olurdu. En duygulu şarkıları dinler ve onun tatlı imgelerini o içli şarkılara kodlar dururdum.
 
Nihayet dünya yaşamının çöküşe ayarlı ana karakterinin tecelli edeceği gün gelip çatmıştı. Beni değil de, en yakın arkadaşlarımdan birini sevdiğini öğrendiğim o kötü gün… O akşam eve dönerken, tıpkı şimdi olduğu gibi, başım yine önüme eğikti. Sanki dünya gürültüyle üzerime yıkılmış ve ben onun tozu dumanı içinde boğuluyordum. Öylesine kasvetli bir gündü ki, hiç unutmadım…
 
Sonra alışıla geldik şekliyle tanrısal adalet ortaya çıkacaktı. Yıllar sonra, lisede okuduğum sıralarda güneyimizdeki mahallede dolaşırken yanında bir arkadaşıyla giderken gördüm Leyla’yı ve o anda kendime istemdışı ve sevimsiz bir soru sorduğumu anımsıyorum: “Aman Allah’ım! Gerçekten de iki yıl boyunca böyle bir kızın aşkıyla tutuşmuş olabilir miyim?”
 
Doğruyu söylemek gerekirse, hayatımın büyük bir bölümü tekil aşkların ateşli sancıları içinde geçti. Hemen aşık oluyordum ve Attila İlhan’ın deyimiyle her biri hemen o günden başlayarak “biber gibi bir kahır” oluyordu içimde. Hepsi de yalnızca ölümü daha çok sevmeme yardımcı oluyordu. Ben bir banliyö çocuğuydum, üstelik küçücüktüm. Sevmek benim neyime gerekti bilmem ki!?
 
“Sevmek” üzerine düşündüm sonra. Bir süre öncesinde bulduğum ve bana göre çok değerli bir düşünsel bulgunun labirentlerinde gezinmeye çalıştım: Sevmenin nesnesi değiştiği zaman, içeriği de değişiyor muydu acaba? Bence bunun yanıtı “evet” olamazdı. Sevginin mantığında değişen tek şey, kişiler ya da nesneler olmalıydı. Çünkü bir tek kalbimiz vardı. Örneğin son zamanlarda çok sevdiğim ve saygı duyduğum özel bir insanın bana öğrettiği önemli bir şey olmuştu ki, görüşüme büyük bir destek verdiğini düşünüyordum. İnsanların sevdiklerine en sevdikleri şeylerle hitap etmesi kulağa hoş geliyordu. Sözgelimi onlara “tarçınlı sütlacım”, “bol peynirli künefem” ya da “karamelli çikolatam” diyemezler miydi? Amacımız sevgiyi nesnesine taşımaksa ve bu nesneler karşımızdaki kişiye olan sevgimizi olabildiğince etkili bir biçimde duyumsatmamıza hizmet ediyorsa sorun neydi? Bu hitap şekillerinin nesnesinin kim olduğu soruna yol açacak kadar önemliyse eğer, sevgimi ifade edebilme sorununu aşmak için herkese ve her nesneye ayrı bir kelime dağarcığı üretme zahmetine girmek zorunda mıydım? Tartışmayı kestirip attım! Çünkü aşkın mantığının da, içeriğinin de değişemeyeceğine yeteri kadar ikna olmuştum ve onun her maşuka yönelik yeni sevme sanatımın temelini oluşturmasına izin verecektim artık…
 
Yürüdükçe bir bir kırılarak açılıyordu zihnimin kapalı kapıları; ama yazık ki yolların da bir sonu vardı…         

  

 

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mert Aslan Arşivi