Yaşamın kolaylaştığı bir dünyada kuşkusuz her şey hızlanmıştır. Bu tempoda ömür çabuk yaşanır ve çabuk biter. Kime sorarsanız sorun, yaşı kaça gelirse gelsin, geçen zamanı fark etmez ve bunca yılı nasıl tükettiğini anlamaz.
Hal böyle olunca, hızlanan yaşama inat duygular yavaşlamıştır ve akabinde azalmıştır. Sabır, tahammül, aşk, sevgi ve en önemlisi saygı lüks kabul edilen insan fıtratları haline gelmiştir.
Herkesin acelesi olduğu için beklemeye de tahammülü yoktur, erdem kabul edilen duyguları göstermeye de…
Hisler ve tavırlar ya çıkara endekslenmiştir ya da konuma göre şekil almıştır. Örneğin artık küçümsenmeye başlayan tevazuyu ele alın. Kaçınız çalıştığı kurumda genel müdür yada makam sahibi birinin, geçerken personeline, özellikle çaycısına ve temizlik elemanına selam verdiğine şahit oldunuz.
Sorsanız selam verilecek kişinin çok olduğundan yakınırlar. Halledilmesi gereken işler çoktur ve muhakkak yetiştirilmesi gereken görevler vardır.
Hâlbuki bu bey ya da bayanlar tüm gün küçük bir baş hareketiyle verebilecekleri selam için harcayacakları zamanın kat ve kat fazlasını facebook’ta gezinirken, cep telefonunda geyikten öteye gitmeyene sohbetler yaparken tüketirler.
Dediğim gibi dostlar, aceleci bir toplumda, insanların birbirini ortaktan ziyade rakip olarak tanımladığı bir hayatta, duygular dahi hızlanan zamana göre şekillenmiştir.
Vaktiyle hayatın hızla yaşanmasına dair ilginç bir öykü okumuştum. Yanlış hatırlamıyorsam Güney Amerika yerlileriyle ilgiliydi. Bölgeye giden Batılı bir araştırmacı işler yoğun olduğundan hızlı hareket eder. Çalışmalarını çabuk bitirmek için ekibine yerli halktan insanları da katar. Birkaç gün bu şekilde yol alırlar. Bir müddet sonra, bir yerlinin oturduğunu ve belirli aralıklarla arkaya baktığını görür, sinirli bir şekilde niye oturduğunu ve neyi beklediğini sorar.
Yerli gayet sakin cevap verir “Efendim birkaç gündür o kadar hızlı hareket ettik ki bu koşuşturmaca da ruhum bedenimin gerisinde kaldı. Burada oturmuş ruhumun gelmesini bekliyorum”der.
Kuşkusuz yavaş hareket etmekle yani bir nevi uyuşuk olmakla, hayatı hissederek yaşamak arasında fark vardır. Yavaş olmaktan kastım yaşadığınız anı hazmederek yaşamanızdır.
Böyle davranma duyguları olgunlaştırır, mantıklı hareket etmenizi sağlar.
Aksine hızla tempoya uymak için düşünmeden hareket etmek, olumsuz duyguları körükler. Nefreti arttırır, tahammülü azaltır.
Tıpkı günümüz siyasetinde olduğu gibi. Söylemlere dikkat edin. Her olay karşısında öyle ani reaksiyonlar veriliyor, o denli sert sözler söyleniyor ki koskoca ülke yönetimi kimi zaman mahalle kavgalarından daha aşağı seviye de olabiliyor.
Test etmek isteyenler, meclisteki konuşmalara bir baksın lütfen. Kimi zaman öyle çirkin diyaloglar yaşanıyor ki, birbirinin şerefini sorgulayan vekillerden, bardak kıranlara kadar her türden rezilliği görmek mümkün.
Hele içlerinde öyle bir siyasi parti var ki ani refleksleri bile, kin, nefret ve öfke dolu. Yapıcı ya da olumlu bir söylemlerine şahit olmadığım bu parti tahmin ettiğiniz üzere BDP
Bırakın ülkeyi, temsil ettikleri bölge halkına dair herhangi bir pozitif ifadeleri yok.BDP’li bir vekilin, ekonomi, eğitim, sosyal gelişme, sağlık alanında bir projesine yada ülkeye dair bir açıklamasına şahit oldunuz mu?.
Siyasi varlıkları tamamen, şikâyet, bölücülük, ihanet ve kin dolu. Yüreği bu denli olumsuz ifadelerle kaplı insanların bırakın ülkeyi ya da bölgeyi, kendilerine dahi faydaları olmaz.
Böyle çirkin ve kötü sözlerle nasıl milyonlarca insanı temsil edecekler?. Gerçi öyle bir gayretleri de yok. BDP’lilerin tavırları, yerli bir kabileyle ilgili bir anekdotu hatırlattı bana. Senai Demirci’nin kitabında geçen bu öykünün adı “Ağaca Bağırmak”
Solomon Adalarında yaşayan yerlilerin anlatıldığı bu hikâye, onların ilginç bir ağaç kesme yönteminden bahseder. Elektronik testere gibi teknolojik nimetlerden mahrum olan yerliler, baltayla kesemeyecekleri kadar kalın bir ağacı üfleyerek deviriyorlarmış.
Kesmeyi düşündükleri ağacın karşısına hep birlikte dizilip bir ağızdan ağaca kötü sözler fısıldıyorlarmış. Bunu yaparken her bir ağacın içinde bir ruh taşıdığına inanıyorlarmış. Bir süre sonra ağaç kurumaya yüz tutuyor, ardından da devriliyormuş. Benzer uygulamaların, su tanecikleri üzerinde de etkisi olduğu ispatlandı. Bitkiler dahi kötü sözden, davranıştan bu denli etkilenirken, insanların halini siz düşünün.
Yazık ki yerlilerin çok uzun zaman önce fark ettiği bu gerçeği, bugün ülkemizde siyasiler özellikle de BDP anlamış değil. Onlar bu davranışlarıyla dışta nifak tohumları ekerken, içte de kendilerini çürüttüklerinden bihaberler.
Yerlilerin birkaç ağaca yapmak istediklerini, söylemleriyle tüm ülkeye yapıyorlar. Yalnızıca ağacı değil adeta tüm ormanı yok etmek istiyorlar.
Ne denilebilir ki kötü söz sahibine aittir.
Selam ve duaların en güzeli, insan sevgisini, vatan sevgisini tüm yüreğinde hissedenlerle olsun
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.