
Soğuk Su İçenler Onu Hatırlasın
Sahip olunanın kıymeti, ancak kaybedildiğinde anlaşılır derler ya, içinde bulunduğumuz Ramazan ayı tam anlamıyla bu durumu yaşatıyor.
Elimizin altında her an olan bir nimete, 17 saat ayrı kalmanın getirisiyle, varlığını yeni fark etmişçesine bakıyoruz. Tüm dünyayı bir tarafa, onu başka bir tarafa koyuyoruz.
Birçoğumuzda olduğu üzere, iftar saatleri en çok su için bekleniliyor. Hani temiz olalım anlayışıyla bol bol harcanan, nasıl olsa tonu bilmem kaç kuruş deyip umarsızca israf edilen renksiz, kokusuz nimet var ya, işte ona kavuşmak için dakikalar sayılıyor.
Uzun ve sıcak bir günün ardından, damacana güvenirliğinde alınan (?), ilk yudumuyla birlikte hayat bulunan kutlu sıvı ne özel bir nimet.
Çatlayan dudaklara rağmen, mübarek ayın, inanlara sunduğu en güzel hediye; günün sonunda, kavuşma anında gelen derin bir şükürdür.
Aslında gün içerisinde sıklıkla anar olsak ta suyun adını, İslam tarihinde göz yaşartan hatırlanmışlıkları var.
İlki, evinde hapsedilen ve Müslümanlara kuyu satın alırken bir bardağına dahi hasret bırakılarak şehit edilen Hz. Osman.
Olaydan ziyade olgu mahiyetinde olan, edep abidesinin öldürülmesi ve iftarını açacak suyu dahi bulamaması, hala yakar inananların içini. İşin diğer bir acı yanı da, böyle davrananların Müslüman olduğunu iddia etmesi.
Kutlu ayla birlikte, saadet devrinin anlatıldığı programlarda Hz. Osman’ın öldürülmesini, suya hasret bir bedenle dinlemenizi öneririm.
Hatırlatmak istediğim diğer kişiyse, geçmiş yazılarımda da adını andığım, kıyamete kadar üzüntüsü hissedilecek bir isim.
Güneşin gönülleri ve derileri yakan sıcağında, kimi zaman aldığım yudumlarda aklıma gelse de, Ramazan ayında soğuk suyla daha çok anar oldum onu.
Kimi kaynaklarda rivayet edildiğine göre kendisi de buyurmuş. “Her ne zaman soğuk su içseniz beni hatırlayın. Her ne zaman bir şehid görseniz bana ağlayın."
Bu vesileyle, bir yudum suya hasret bırakılan Hz. Hüseyin’i hatırlama inceliğini gösterilim Üstelik artık neredeyse her gün verdiğimiz şehit haberlerinde de analım onu. Muhakkak ki, ne inancı uğruna öldürülen bu kutlu isimlerin, nede yirmili yaşlarında vatanı için ölen şehitlerimizin bizim dualarımıza ihtiyacı yok. Lakin bizlerin, onları hatırlamak vesilesiyle affedilmeye ihtiyacımız var. Ayrıca, umulur ki, hatırlamamamız ve sevgimize binaen, bu güzel isimlere bir ölçü yaklaşabiliriz.
Sakın Kimseye Söyleme
Rahmet ayının güzel yanlarından biride kuşkusuz yardımlaşmaların artması. İnsanların kalbi daha fazla yumuşuyor sanırım, gönlüyle birlikte elide açılıyor. Temennim fitre ve zekât derken, paylaşımların daha çok artması. Yani infak alışkanlığının yaygınlaşması.
Bu konuyla ilgilide dilimden düşürmediğim bir duam var “Rabbim sen bizi gönlü kapalılardan eyleme. Elide gönlüde açık olan kullarından olmamızı nasip eyle”
Çünkü gönlü kapanmış biri karşısındaki açlıktan bile ölse kılı kıpırdamaz. Elini, uzatmak yerine dilini uzatır. Nasihatler eşliğinde sıralar. “Şuraya gitseydi, buraya başvursaydı”.
Hiç aklına gelmez ki, kapısına gelenden çok kapısına getirene bakmak lazım gelir.
Muhakkak iyi niyeti, saflıkla karıştırmamak, aradaki çizgiyi korumak lazım. Ama verilen her kuruş da sorgulamak, iyi niyetle bağdaşmaz.
“Kime veriyorum, gerçekten yerine ulaştı mı?” türünden hesaplar nefsin getirdiği çirkin hareketler.
Geçmişe dair yardımlaşmalar, bakıyorum da bu sorgulamalardan ne kadar uzak. Örneğin hiç tanımadığı yoksul bir mahalleye giden bir kişi, bakkal defterinden borcu olan bir kişinin borcunu sildirirmiş. Ne yardım yapan kişi açığa çıkıyormuş böylece, nede ihtiyaç sahibi, hangi elin ona uzandığını bilirmiş.
Şayet, öyle bir uygulama günümüzde yaşansaydı? Muhtemelen yardım edenin kalbine şu sorular gelecektir. “Bu adam ihtiyaç sahibi mi?. Bakkalcı verdiğim parayı kendine mi ayırdı yoksa borcu sildi mi?.
Yardım yapılanında “Bana tanımadığım biri neden yardım etti” türünden çeşit çeşit vesveseler düşecektir gönlüne. Tabii en başta yaptığınız iyiliği gerçekleştirecek güvenilir bir esnaf bulma sorunu da var.
Ne denli şüpheci, ne kadar art niyetli olmuşuz.
Anlattıklara uygun olarak, oldukça etkilendiğim bir anekdotu da bu vesileyle paylaşmak istiyorum sizlerle:
“Zamanın birinde, çölde giden atlı bir adam, yaralı ve susuzluktan ölmek üzere olan birine rastlar. Koşturarak yanına gelir. Sağlığıyla ilgilenir, su içirir, elleriyle karnını doyurur.
Bir müddet sonra, yaralı adam kendini toplayınca, yardım eden kişiye baktığında arkasını dönmüş halde bir şeylere uğraştığını görür. Hemen arkasına gelir ve atlı adamın başına bir şeyler vurur. Yardım eden kişi kan revan içinde yerde uzanır.
Yaralı adam hemen atı alır. Ortadaki yiyecek içeceği toplar ve kaçmaya başlar.
Giderken atlı adamın onan seslendiğini duyar. Biraz yaklaşır ve kendisine iyilik yapan kişiyi hakir görerek konuşmaya başlar:
“Sakın bana yalvarmaya başlama. Ben senin gibi merhametli değilim. Hem bu devirde kimse sana öğretmedi mi?. İyilik yapılmaz. Sen beni bırakmadın. Ama ben seni bırakıyorum. Bu çöl ortasında açlıktan ve susuzluktan öl”.
Kanlar ve acılar içerisinde yerde uzanan atlı adamsa akıllara ziyan bir karşılık verir.
“Sana yardım ettiğim için kaderimde bu şekilde ölmek varsa razıyım. Seni bunun için çağırmadım. Buradan şehre ya da başka bir yere gittiğinde bana yaptıklarını anlatma. Olur ya dinleyenler arasında biri senden etkilenir. Kimsesiz ve ihtiyaç sahibi birini çölde gördüğünde, anlattıklarının korkusuyla yardım etmekten çekinir”.
İyi niyetin bu kadarı olmaz, hikâye bu diyenler olabilir. Ama güzel ülkemde yardım ardı yapılan sorgulamaları ve şüpheleri dinledikçe keşke bu öyküdeki yardım eden adam şu anda yaşamış olsa diyorum.
Selam ve Dua ile
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.