Siyasi parodilere fazla ağırlık verse de bir dönem ekranların en güldüren programıydı Olacak O Kadar. Yeni yayın döneminde tekrar ekrana dönmüş. İzleyeceğimi pek sanmam ama programın tanıtımını yapan Levent Kırca’nın bir sözü dikkat çekiciydi. Kırca, Türkiye gibi bir ülkede yaşadıkça skeç sıkıntısı çekmeyeceğini belirtiyordu. Yerel seçimlerin yaklaştığı ve siyasi kulislerin renklendiği bir ortamda pek de haksız sayılmaz doğrusu. “Oy avcılığı insanı bu denli mi alçaltabilir?” dedirten tavırlar ve reklâm kokan birbirinden renkli(?) simaların etkisiyle bu yerel seçim parodi olmadan da insanları eğlendireceğe benziyor.
Gerçi ülkemiz seçim çalışmalarına gelinceye kadar trajik komik ne olaylar yaşamadı ki. Ne asılmadık başbakanlar kaldı bu ülkede ne de sürgüne gitmedik parti lideri. Başbakanımızın bile ceza evi deneyimi var.
Google’dan haberlerle iktidar partisine kapatma davası açan başsavcıların olduğu bir ülkenin demokrasi geçmişini irdelemek için pek de yıllar öncesine gitmeye gerek yok aslında. Etkisi hiç geçmese de şüphesiz ki acı ve zulüm yaşandığıyla kalmıyor. Kendi hırsları uğruna milletine vefa göstermekten zerre kadar çekinmeyenler bugün halkın önünde suçlanıyor yargılanıyor. Adaletin tecelli etmesi için aradan uzun yıllar geçmesine de gerek yok artık. Çünkü halkımız ekonomik bunalımlardan ziyade ülke gerçeklerine odaklanabiliyor ve dolduruşa gelmiyor.
Şükür ki insanların gözünün açılmasında ve gerçekleri daha objektif irdelemesinde adının belli fakat ucunun kimlere değeceği sanırım daha çok uzun süre netleşmeyecek meşhur örgüt Ergenekon’un payı var. Bir dönem Zaman’da yayınlanan insanların nasılda fişlendiğini aktaran reklâmında da olduğu gibi toplumu şucu- bucu diye ayırmanın ne denli gereksiz olduğunu bu ahtapot örgüt sayesinde gördük. Hâlbuki biz Uğur Mumcu’dan tutunda Hrant Dink, Üzeyir Garih ve diğer birçok faili meçhul cinayeti, bombalamayı, yasa dışı eylemi karşıt gruplardan bilmeye alışmıştık. İnsanları küçücük bir tavrına göre fişlerken, yapılan her türlü saldırının vatan hainliği noktasında birleşen tüm kesimlerden oluşan bir örgüt tarafından gerçekleştirildiğini tahmin dahi edemezdik.
Gelişen süreçte daha tahmin edemeyeceğimiz neler çıkacak karşımıza kim bilir ama Ergenekon’la tekrar anılan 12.yıldönümünü kutladığımız 28 Şubat’a bu vesileyle değinmek istiyorum. Hani tarih tekerrürden ibarettir derler ya o söze istinaden aradan bunca zaman geçmesine rağmen yaşanan her türlü siyasi ve toplumsal olayda o dönemden izler bulmak mümkün.
Şubat’ın soğuğunu ülke meselelerinin ateşiyle söndürdüğü dönemde kimi güçlerin etkisiyle nasıl parodiler nasıl oyunlar oynanmamıştı ki. İnsanları sağcı- solcu, dinci –laik ayırımına götürmeye çalışan ve kısmen de başarılı olan yazık ki hala etkisini sürdürebilen bir kara yazgının farklı metotlarla tohumlandığı günlerdi.
Baskının insanlar üzerindeki etkisini ve 28 Şubat’ı daha iyi algılayabilmek için süreci en azından 1980’li yıllardan itibaren irdelemenin gerektiğini düşünüyorum. 12 Eylül Darbesi sonucu ortaya çıkan siyasetin etkisiyle 1990'lı yıllara doğru sağ partiler giderek güçlenmiş ve Refah Partisi 1995 genel seçimlerinde 1. parti konumuna geir. .Yüzde 21.4 oy oranı ile 158 milletvekilli çıkaran RP beklediğinin aksine hükümeti kurma görevi verilmez. Gayri demokratik yollarla bu görev ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaza geçer ve ANAP-DYP hükümeti kurulur. Ancak anayasaya aykırı olarak, parlamentonun salt çoğunluğunu esas almadığı için kurulan bu hükümet, hukuki yollarla düşürülür. Hükümeti kurma seçimlerin birinci partisine geçer. Erbakan, Çiller ile anlaşarak 54.hükümeti kurar ve 1996’da TBMM'de yapılan oylamada güvenoyu almayı başarır. “Hacıyla bacı” ortaklığı diye anılan bu koalisyon özellikle ekonomi ve terör noktasında başarılar sağlar. Fakat insanın adı çıkacağına canı çıksın hesabı boynuna irticacı yaftası vurulan Erbakan Hoca, kimi davranışlarıyla da ipini çekmek isteyenlere fırsat verir.
Zaten ülkede adeta bir İslam fobisi başlamış durumdadır. Telekız olduğu yakın bir zamanda ispatlanan Fadime Şahin ile yarı çıplak yakalan Müslüm Gündüz operasyonuyla bazı ayrışmalar yaşanmaktadır. Müslüm Gündüz tarafından aldatıldığını iddia eden Fadime Şahin’in ekranlarda iki gözü iki çeşme, hüngür hüngür ağladığını eminim çoğunuz hatırlıyordur. Sözde mağdur Fadime’nin gözyaşları amacına ulaşır ve toplumda sakal bırakan erkekler ve başörtülü bayanlar için “Bunlar; her şeyi yapar, sonra da Müslüman geçinirler” imajı yerleşir. Bütün “sakallılar Müslüm Gündüz, bütün başörtülüleri de Fadime Şahin olarak değerlendirilir. Yaptıkları uygulama bırakın o dönemi günümüzde dahi etkisini yazık ki bir parçada olsa korumaktadır. Diğer bir isimde “Cinci hoca” olarak adlandırılan Ali Kalkancı’dır. Türkiye’nin şeyhler ve tarikatlar ülkesi haline geldi imajının oturtulması için Kalkancı sakallı sarıklı din adamı kisvesine büründürülür, evlendirilir, hacca bile gönderilir, Samimiyetsizliği her halinden belli olan bu ismin sözde zikir kasetleri kamuoyuna duyurulur. Her ne kadar daha sonra hapçı olduğu ortaya çıksa da o dönem tasavvuf ya da tarikat denilince akıllara gelen ilk isim olmayı başarır.
Toplumda oluşan korkuya, RP ise düşmanlarının dahi aklına gelmeyecek çabaları ve yanlış anlamaya müsait açıklamalarıyla adeta destek olur.
Erbakan'ın ilk yurtdışı gezisini aralarında Libya'nın da bulunduğu bazı İslam ülkelerine yapması halkı tedirgin eder. Ardından başbakanlıkta gerçekleştirilen yemeğin tarikat şeyhlerine verildiğine dair haberler süreci daha da hızlandırır. Son olarak RP'li Sincan Belediye Başkanı'nın düzenlediği Kudüs Gecesi' postmodern darbenin fitilini ateşler. Askerler bir gün sonra hükümete tepki olarak Sincan sokaklarında tankları yürütür. Darbeye giden yolun 'kilometre taşı' kabul edilen tank yürüyüşüyle ilgili Aziz Nesin romanlarına konu olabilecekolaysa, tankların yürüyüşünün fotoğrafını çekemeyen bir gazete için Sincan'da yeniden tankların yürüdüğüdür.
Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir, tankların yürütülmesini "Balans ayarı" olarak nitelendirirken bazı illerde "Cumhuriyete Sahip Çıkın" mitingleri düzenlenir. Bir grup etkin medya ‘irtica’ kampanyaları başlatarak ortamı daha da gerer. Yıllar öncesinden kalma miting konuşmaları makaslanır. Son teknolojinin de imkânları zorlanarak ortaya Atatürk karşıtı, rejim muhalifi, ağır irticai faaliyetler olarak sunulur hatta açılan davalarda elle tutulur tek kanıt olarak bu montajlar sunulur.
Tam bu süreçte yapılan MGK toplantısında hükümetin ipini çeken 18 maddelik bildiri hükümete takdim edilir. Adeta birer direktif olarak gündeme gelen onsekiz maddelik "İrticaya Karşı Önlem Paketi" mevcut iktidarın görevde kalmasını imkânsızlaştırmış ve bu kararların alındığı toplantıyı takip eden aylarda hükümete karşı sürdürülen ağır eleştiri ve eylemler siyasi bir krize dönüşmüştür. Sonunda hükümet istifa etmek mecburiyetinde kalmıştır. Hükümet programına göre başbakanlık değişimli olacağından Erbakan'dan sonra Çiller'in yeni hükümeti kurmakla görevlendirileceği beklenir. Çünkü DYP Meclis'in ikinci büyük partisidir. Ancak Cumhurbaşkanı Demirel, yeni hükümeti kurma görevini Çiller'e değil üçüncü büyüklükteki parti olan ANAP lideri Mesut Yılmaz'a verir.
Yüce Divan’da yargılanan ve açıkçası bugün hala nasıl milletvekili olabildiğine şaşırdığım Yılmaz’ın ilk icraatı ise İmam Hatip Liseleri’nin orta kısımlarını kapatmak ve Kur’an kurslarına yaş sınırlaması getirmek olur. Alınan bu kararlarlar çerçevesinde sırf imam hatip okullarını yok etmek pahasına, mesleki yönden eleman yetiştiren meslek liseleri de harcanır. Ayrıca, Hitler ya da Stalin dönemini çağrıştıran bir uygulamayla da başörtüsü ile okumak tüm üniversitelerde tamamen yasaklanır. Kraldan çok kralcı zihniyetle hareket eden ve 1980’li yılların en acı hatırası olan YÖK "Kılık kıyafet genelgesi"ne göre başörtülü öğrencilerin üniversitelere sokulmaması konusunda tüm rektörleri uyarır. YÖK'ün bu kararına en hızlı destek dönemin İstanbul Üniversitesi (İÜ) rektörü Kemal Alemdaroğlu'ndan gelir. Üniversite dekanlarını toplayan Alemdaroğlu, "Türban yasağını uygulamak için gerekirse bilime ara verin" şeklinde utanç dolu bir açıklamada bulunur.
Toplumsal alanda birçok yaralar açan bu süreç ekonomide de kendini gösterir. GSMH düşer, yıllık büyüme hızı son 55 yılın en düşük seviyesine iner. Ekonomi küçülür. İşsizlik % 9’a çıkar. Kişi başına düşen milli gelir azalır, dış borç artar.
28 Şubat’ı ilk olarak gazeteci yazar Cengiz Çandar, "post-modern darbe" diye tanımlar ve akabinde birçok yazar ve gazeteci bu sözü kabullenir. Günümüze gelindiğinde ise demokrasinin sosyal yaşamda ağırlık kazanmasıyla birlikte 28 Şubat Sürecinin post-modern darbe olduğu yalnızca basın camiasında değil millet nezdinde de onaylanır.
Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin bu dönem, baskı ve karanlığın adı olarak hatırlanacak. 27 Mayıs gibi, 12 Mart gibi, 12 Eylül gibi, her alanda geriye dönüşü ve kaosu simgeleyecek.
İşin entresan tarafı ise 28 Şubat döneminde alınan ve mantığın dahi izahında zorlandığı uygulamaların günümüzde devam etmesi. Umud ederim ki nasıl ki süreç hakkında bugün daha özgür ve daha rahat konuşularak, ordu, siyaset ve medya dünyasındaki yanlışlar çekinilmeden vurgulanabiliyorsa, o dönemin izlerini barındıran anti demokratik kararlarda bir an önce uygulamadan kaldırılır.
Selam ve dua ile
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.