
SAHİP ALLAH'A DÖRDÜNCÜ SEVGİ
Allah’ın bize karşı duyduğu ve bizim de O’na karşı duymamız gereken sevginin içeriği hangisine daha yakındır acaba? Bu salt annece sevgi değildir, babaca sevgi değildir, romantik sevgi de değildir. Üçünün mükemmel bir karışımından oluşan bir “dördüncü sevgi”dir. Bununla birlikte O’nun bize karşı beslediği sevginin bir fazlalığı var: Bir insanın belli bir süre uğraş ve emek verip ortaya koyduğu bir sanat eserine bakarken hissettiği kopmaz duygusal bağlılık. Uzun zaman gecenizi gündüzünüze katıp çalışarak çok güzel bir roman yazmışsınızdır örneğin. İyi bir yayınevinin yayın inceleme kurulu da sıkı bir ön incelemenin sonunda romanınızı beğenerek yayınlama kararı almıştır. Sonra eser yayınlanmış ve size ulaştırılmıştır. Eserinizi elinize alıp bakarken neler hissedersiniz? Biri ona haksız bir eleştiri yönelttiğinde, haklı olarak kızarsınız. Eğer haklıysa, üzülürsünüz. İçerideki kahramanlar beyninizden ve ruhunuzdan bir parçadır, onlara kötü bir söz söylendiği ya da onlarla alay edildiğinde çılgına dönersiniz. Onun geniş halk kitlelerine ulaşmasını, böylece sayısız insana yararlı olmasını arzu edersiniz. Eseriniz tutulduğu takdirde çok mutlu olur, kıyıda köşede kalıp unutulduğu zaman acıya ve hüzne boğulursunuz. Bu süre içinde yine ara sıra onu ihtimamla ellerinize alır, sevgiyle bakar, okşar ve seversiniz. O, sizin bir parçanızdır. Beyniniz gibi, kalbiniz gibi, eliniz gibi… Kısacası, bir kişi kendisinin icat ettiği, dolayısıyla kendisine ait olan bir şeye karşı bir “sahip” olarak neler hissederse, sizde bir “sahip” sıfatıyla aynı ruh halini yaşarsınız. İşte tıpkı örnekteki gibi, Allah bizim sahibimizdir. İç içe iki kişisel sergisi olan “evren” ve “dünya” galerilerini tasarlayıp hazırladıktan sonra oradaki en mükemmel, en güzel, en gözde, en onurlu ve soylu sanat yapıtı olarak bizi tasarlayan, sonra ruhumuza uygun bir beden giysisi belirleyip giydiren, yani bize vücut veren kimsedir. Bu anlamda, sahibi olduğu insana karşı içinde sevgiyle karışık bir gurur içeren duygusal bir bağın olması kaçınılmazdır. Bir anne çocuğunu yaratan kişi değildir. Sadece Allah’ın yaratmasına bir mekan teşkil eder. Buna rağmen çocuğuna ne büyük bir sevgi ve şefkat duyar değil mi? Ya bir de onu yoktan yaratmış olan kişi olsaydı… Allah bize karşı “anaca bir sevgi” duyar, “babaca bir sevgi” duyar, “sahipçe bir sevgi” duyar, hatta bu sevginin içinde güçlü tonlarda kimi “romantik ritimler”in bulunduğunu söylemek de yanlış olmaz. Anne doğururken, sahip yaratmaktadır. Hiç kimse “sahip”in “anne”den daha yoğun bir duygusal bağlılık içinde olmadığını söyleyemez. O halde O’nu bizden uzaklarda bulunan resmi bir kişilik olarak değil, hep yanı başımızda olup, deyim yerindeyse başımızı omzuna yasladığımız biri olarak algılamamız, kendisiyle iletişim içindeyken, tasavvufi bir ifadeyle söylemek gerekirse “halvet” halindeyken, “Ya Sahip! Güzel ve Merhametli Sahibim! Biricik Sevgilim! Aşkım! Hayatım! Bir Tanem! Her Şeyim!” gibi “dördüncü sevgi”nin en içten ve bütüncül diliyle konuşmamız gerektiğinden, özetle “Şefkatli Sahip”in bu “aşk dili”ni herkesten daha fazla hak ettiğinden hiç kuşku duyulabilir mi? Sokaklarda yapayalnız ve terk edilmiş bir çocuk vardır. Bir kış günü, başıboş, aç ve üşür halde dolaşırken zengin ve sevgi dolu bir adamla karşılaşır. Adamın yüreği dayanmaz, onu alıp sade evlerinden birine getirir ve o sıcacık yuvada konuk eder; ancak o arada bazı kurallar koymuştur. Evdeki konuk, örneğin evin sahibine saygı göstermenin yanı sıra, her gün bir kez sobayı yakacak, gelen yemekleri yedikten sonra masayı toplayacak ve birazcık temizlik yapacaktır. Üstelik bu kurallara uyarak beğenisini kazandığı takdirde daha sonra onu temelli olarak gerçek bir saraya yerleştireceğini ve kendisinin yanında saygın bir yer vereceğini vaat etmiştir. İşte koskoca evrenin orta yerinde kendisini hep yapayalnız hisseden insanın durumu budur. Aslında yalnız değildir. Hem azametli, hem de cömert olan “Sanatçı ve Sevecen Sultan”, sevgiyle tasarlayıp kendisiyle gurur duyarak yeryüzüne yerleştirdiği insanı yalnız başına ve başıboş bırakmamıştır. Onu her saniye yakından izlemekte, ihtiyaç ve istekleri ile içtenlikle ilgilenmekte, dualarına mutlaka ve bir şekilde yanıt vermektedir. Kendisini tutkuyla sevip koymuş olduğu bazı kurallara gönüllü olarak uyduğu takdirde ise, onu sınırsız tekvin (yaratma), sanat ve tasarım yeteneğinin çok daha güzel eserleri ile donattığı “harika bir dünya”ya, yani cennetine buyur edeceğini kesin bir dille söylemiştir. Cennet insanın temel ihtiyaçları ve isteklerine verilmiş tanrısal bir yanıttır. Cennet, tüm içgüdüsel gereksinimlerin karşısına serilmiş bir ziyafet sofrasıdır. Cennet, solmayan bir gençliğin ve ölümsüzlüğün simgesidir. Cennet gibi süper bir dünyada sunulan tüm nimetlerin yanında, aynı zamanda Allah’ın dayanılmaz güzelliği ile şenlenip onurlanacak olmak, yaşadığımız dünyada her şeye birden bire pırıl pırıl bir anlam ve değer kazandıran tek şeydir. Allah’ın eserlerinde kullandığı matematik ve mühendislik hesaplarından beslenmesi nedeniyle çok saygı duyduğumuz bilimsel bilginin yanıtlamakta aciz kaldığı “hayatın soruları”na karşılık bulmak için başka bir kaynak arayanların düş kırıklığına uğraması kaçınılmazdır. Hayatın soruları… Yani ben kimim? Nereden geliyorum? Beni yaratan kimdir? O’nu nasıl algılamalı ve ona nasıl davranmalıyım? Kaçınılmaz olan ölümümle birlikte yok olup gitmeyecek bir anlam ve değerden söz edilebilir mi? Ölümün mahvetmediği bir gerçek var mıdır? Hayatımın tek sonucu hayatın kaybıyla birlikte toprak altına konup orada kurtçuklara yemek olmaktan ibaretse, bütün bu erdemler, yardımlar, fedakarlıklar, asil çabalar ve koşuşturmalar niye? Eğer Allah yoksa, eğer her iyilik ve kötülüğün yargılanıp ödüllendirileceği veya cezalandırılacağı bir “yüksek tanrısal mahkeme” olmayacaksa, sevginin, iyiliğin ve adaletin bir değeri var mıdır? Dostoyevski, “Eğer Tanrı yoksa, her kötülük normal olur.” der. Allah, hayatın sorularının dev dalgaları arasında savrulup duran insanın vuracağı en sıcak ve güvenli kıyıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.