
Alev Ayyıldız
Örnek bir medeniyetin hiç bitmeyecek türküsü
Yayınlanma:
Minicik bedenlerin savunmasız kurşunlara hedef olduğu, çıkar ve menfaat uğruna tüm inançların kayıtsızca satıldığı bir Dünya’dan geçmişin insanı insan yapan değerlerine dair bir yolculuğa çıkarmak istiyorum sizi. “Bu nasıl insanlık?” diye özellikle şu aralar sıkça sorduğum, kırk küsur canın katlinin yürek dayanmayan ızdırabında sığındığım bir limandan bahsedeceğim.
Lokman Hekim’le başlayan bir türkünün çağlar içindeki mazisidir aslında anlatacaklarım. Nede olsa ilk onunla dile gelmişti ölümsüzlük. Onun şifalı bitkilerle kavuştuğu fakat ilahi bir hikmetle kaybettiği iksiri, çağlar boyunca aranıp, adeta köze düşen ateş misali yaktığı gönüllerde bulunmak istenmemiş miydi?.
Her daim var olabilme, ölümsüz kalabilme arzusu tutkuya dönüşüp kıtaları aştırırken insanlara, nice bilinmeyene gidişler düzenlemiştir. Şüphesiz ki bu imkânsız istek hayallerin dahi ulaşamayacağı yapıtlarla şekle bürünmüş, ancak bu şekilde küçük de olsa söndürülebilmiştir. Taç Mahal’den Piramitlere kadar birçok eseri incelediğimizde bedenen olmasa bile yapıtlarla ölümsüz kalabilmenin arzusuna şahit olacaksınız. Çağlar ötesinde dahi var olmanın hevesiyle yoğrulup sonsuz olmanın telaşına rastlarken, kullanılan her malzemede sanatın raksını izleyeceksiniz.
Artık medeniyetin teknolojiyle eş anlamlı hale geldiği günümüz Dünya’sında ise sizleri bu denli büyüleyebilecek çalışmalara pek rastlanmaz. Hızlı yaşanılan ve açıkçası hızlı tüketilen hayatlarda, özveriden ve kalıcı olma isteğinden uzak eserler yapılmış, görkemin adı yalnızca metrelerce yükseklikteki binalardan ibaret kalmıştır. Beton rengi grinin ruhtan uzak haliyle, adeta gökyüzünü dayandırılmak istenen yapılar, bir anlığına bakanların dahi içlerini karartır. Belki sırf bu yüzden, bünyesindeki her türlü yeniliğe inat, günümüz mekânları yerine tarihi yapılar daha huzurlu ve tanıdık gelir. Ruhunuz yüzlerce hatta binlerce yıla ayna tutmuş bu eserlerle tarihe bir yolculuğa çıkarken, bedeniniz ise her ayrıntının düşünüldüğü bir ortamda huzur içerisinde dinlenir.
Tarihi eser açısından oldukça zengin olan ülkemizin her şehrinde farklı bir şekilde bu doyum yaşanırsınız. Kümbetler, camiler, aş evleri, kervansaraylar ve medreseleriyle tanıştığınız her yeni yapı, sahip olduğunuz medeniyetin ve kültürün insana verdiği önemi hissettirip ruhunuzu şımartır. İhtirasın, kan ve gözyaşı getirdiği savaşlara inat sevgi kokan bu yapıtların ışığında insana verilen önemi hatırlarsınız.
Günümüzde bile çoğunluğu müze olan bu yerlere dikkat edin. O denli dingin, huzurludurlar ki, ortama girdiğiniz ilk andan itibaren sıcaklığı hissedersiniz. Geçen zamana inat samimiyetinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Özellikle insanlara yardım eksenli kurulan vakıf kurumlarında bu duygu daha da ortaya çıkar. Nede olsa insanların umutları, duaları ve vakıfların yardımlarıyla gerçekleşen hayalleri asla kaybolmayacak şekilde duvarlara dahi sinmiştir. Gerçek ölümsüzlüğün anahtarı da tuğlaları dahi umut ve paylaşım kokan bu eserlerde gizlidir. Yardımlaşmanın adı olan vakıf binaları, samimi sevgilerle, çağlar ilerledikçe daha da gençleşirler. Verilen her yardımla daha taze ve daha hayat dolu olurlar.
Medeniyet izlerine rastlandığı her dönemden itibaren de bu ellerin yani vâkıfın izlerini görmek mümkündür. İnancı, yaşam tarzı ve mevcut değerleri ne olursa olsun geçmişten günümüze hemen hemen tüm toplumlarda, kutlu dost sıcaklığındaki hizmetlere az ya da çok şekilde rastlanmaktadır. Üstelik bu hizmetler birde içinde yaşadığı kültür tarafından destekleniyor ve inanç ekseninde de büyük övgülere mazhar olup yapılması telkin ediliyorsa vakıf yardımları inanılmaz boyutlara ulaşır.
İnançla ve kültürle desteklenen vakıf kültürüne en açık örnek genel anlamda Türk- İslam tarihinde yer almış uygarlıklarda görülür. Genel itibarla Anadolu merkezli olmak üzere Dünya’nın dört bir tarafında sosyal hayatın en önemli parçası haline gelen vakıflar, en yaygın olarak Anadolu topraklarında uygulanmışlardır. Tabiattaki tüm canlıları sevme ve hizmet etmeyi şiar edinen vakıf kültürü, dağda kalan hayvanlardan aç kalan kuşlara kadar her canlıyı düşünmüştür. Birçok vakıf eseri camide "serçe saray, kuş köşkü veya kuş evi" denilen minyatür yuvalarla kuşların barınma ihtiyacı da karşılanmıştır. (Sungurbey, 1990:29)
Yaratılanı, Yaratandan ötürü hoş görme ve tabiattaki her şeyi sevme sanatını insanlara öğreten vakıf kültürü, Yunus Emre, Mevlana Celalettin Rumi gibi hoşgörünün timsali isimlerle de yalnızca Anadolu’yla sınırlı kalmamış, tüm Dünya’ya yayılmıştır.
Mazluma el uzatma düşüncesi çeşitli kültürlere beşik olmuş Anadolu topraklarında özellikle Selçuklular ve akabinde Osmanlılar devrinde kurumsallaşmış, çeşitli hizmet alanları düşünülerek binlerce vakıf kurulmuştur. Bin seneye tekabül eden bu yıllarda, vakıfların yaptığı hizmetler doruğa ulaşırken, sosyal devlet olmanın gereği sayılan eğitim, sağlık vb. alanlardaki hizmetlerin büyük bir çoğunluğu vakıflar eliyle gerçekleşmiştir. Mektepler, medreseler, kütüphaneler, darülacezeler, hastaneler, hanlar, hamamlar, çeşmeler, yollar, köprüler, deniz fenerleri, gibi binlerce vakıf eseri o dönemlerden miras kalmıştır.
O dönemde, topluma sunulan tüm vakıf hizmetlerini incelediğimizde ise özellikle acil ihtiyaç sahiplerine, küçük çocuklara ve hastalara ayrı bir önem verildiğini görmekteyiz. Örneğin dul kadınlar ve kimsesiz çocuklar için bakımevleri açmak, öksüz çocuklara sütanne tutmak, bayramlarda çocukları sevindirmek, fukaraya odun, kömür almak, yetimlere aylık bağlamak gibi ince bir hassasiyet çizgisinde düşünülmüş örnekler vardır.
Vakıf sisteminde çok ayrı bir yeri olan sağlık hizmetlerini incelediğimizde ise Türklerin Anadolu’ya yerleşmeden çok önce tedaviye büyük önem verdiğini görmekteyiz. İnsan sağlığına ve tedaviye büyük önem veren Türkler, Anadolu’ya yerleştikten sonra ise bünyesinde binlerce yıllık mirası barındıran Anadolu kültüründeki sağlık hizmetlerinden de yararlanıp başta tıp olmak üzere bu alanda çok önemli çalışmalara imza atmıştır. Yapılan çalışmalarda ise kuşkusuz vakıf kültürünün çok özel bir yeri bulunmaktadır.
Sağlık alanında engin bir hoşgörü ve alakanın olması, devlet politikası ve vakıf kanallarıyla büyük yatırımların yapılması, Anadolu topraklarını tıbbi gelişmelerin merkezi haline getirmiştir. Kendisini insanlığa hizmete adayan birçok ilim adamı çeşitli buluşlarla tıp literatürüne geçmiştir. Yaptıkları çalışmalarla mikroskobun icadından çok önce, hastalıkların gözle görülemeyen canlılar tarafından olduğunu söyleyebilmişler, doku uyuşması, organ nakli gibi tasavvur dahi edilemeyen konularda uygulamada bulunabilmişlerdir.
Tıp ilminin bu denli gelişmesine yardımcı olan vakıf medeniyeti içerisinde ruhsal rahatsızlığı olanların ve cüzzamlıların ise ayrı bir yeri bulunmaktadır. 19. yüzyıla kadar Batı dünyasında yakalananlara çok ağır yaptırımların uygulandığı cüzzam ve akıl hastalığına karşı vakıf medeniyeti bünyesinde ilk kez uygulanan metotlar örnek gösterilir. Yapılan çalışmalar insanların bu hastalıklara bakış açısını değiştirmiştir. Daha öncesinde ise Avrupa’da bu rahatszılıkları taşıyan kişiler toplum dışına itilip, kimi zamanda cadılıkla suçlanıp yakılıyordu. Cüzzamlılar, hastaneye alınmıyor, ıssız yerlere sürülüp kaderlerine terk ediliyorlardı.
Buna karşın özellikle Osmanlı İmparatorluğunda cüzzamlı hastaların halk tarafından rahatsız edilmemesine büyük önem verilirdi. Bakıma muhtaç cüzzamlıların geçimlerini ise vakıf gelirleri ile sağlanırdı. Bazı cüzzamlılar, etrafı duvarla çevrilmiş ağaçlı bahçelerde tavuk ve keçi besleme imkânına da sahip olurdu. Cüzzamlılar için tıp literatüründe ünlü olan Miskinler Tekkesi ve Karacaahmet Cüzzamhanesi gibi onlarca tedavi merkezi kurulmuştu. Aynı merhamet ve ilgi akıl hastalarına da fazlasıyla uygulanmıştır. Rahatsızlığı olanlar toplumsal hayatın dışına atılmamıştır. Durumları tehlikeli hale geldiğinde ise tedavi veya muhafaza maksadıyla akıl hastanelerine nakledilmişlerdir. Fatih Sultan Mehmet\'in oğlu İkinci Bayezid\'in 1482\'de Edirne\'de yaptırdığı darüşşifada akıl hastalarına uygulanan tedavi yöntemleri günümüzde bile hayranlık uyandırır.
Kurduğu eğitim yuvalarıyla tıp ilminin gelişmesinde oldukça faydalı olan vakıf medeniyetinde ders veren hocalardan, eğitim görmüş öğrencilerine kadar birçok isim tıp alanında çok önemli çalışmalara imza atmıştır. Örneğin, kendisi de vakıfta bir süre için kalan ve Sultan Mehmet Han’ın kurduğu vakıf medreselerinde uzun yıllar ders veren Akşemseddin Pasteur’den dört yüz yıl önce mikrobun varlığını bulmuştur. Salgınların binlerce kişinin ölümüne neden olduğu bir dönemde özellikle bulaşıcı hastalıklarla ilgilenen Akşemseddin ,"Maddet-ül Hayat" adlı tıp kitabında, her türlü hastalığı, gözle görülmeyecek kadar küçük canlıların neden olduğunu belirterek mikroskobun icadından bile mikrobun varlığını ortaya koymuştur.
Tarihten günümüze vakıf hizmeti altında yardımlaşma ekseninde yapılan tüm çalışmalar bize gösterir ki insanoğlu kimyası gereği kimi zaman aksi şekilde hareket etse de özünde iyidir, güzeldir. İçinde yaşadığı topluma faydalı olmanın, ihtiyaç içerisinde kıvranan bir canlının imdadına yetişmenin hazzını yakalamak ister. Bilir ki yaptığı her yeni iyilik ruhen güçlendirirken onu verdikleriyle de yepyeni hayatlar başlatacaktır. Bu hazzı yaşayanlar ve yeni başlangıçlara imza atabilenler ise her insanın hayatı boyunca yakalamak istediği duyguyu yakalamış olacaklardır. Hiç kuşkusuz ki bu hissin adı mutluluktur.
Yüreğinizin mutluluğu yakalaması temennisiyle
Selam ve dua ile
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.