Bahar, yeni gelmişti. Ara sıra güneş şehrin üzerini kaplayan bulutların arasından başını uzatıp insanlara gülümsüyordu.
Hayallerin, böylesi bahar sabahlarına doğan kısa ömürlü çiçekler gibi insan zihninin kuytu yerlerinde açılıp kapanan önemsiz imgeler olduğunu düşünmek doğru olmamalıdır. Hayal kurmanın kimi zaman ölgün, kimi zaman tutkulu amaçları vardır. Üstelik her zaman kısa ömürlü de değillerdir. Demek oluyor ki, hayaller yaşamaya değer gerçeklere dönüşmek içindir.
Durukan ve Eylül için, aşkın başlangıç yasası değişmiş değildi. Beklemedikleri bir yerde ve anda karşılaşmışlar, daha doğrusu karşılaştırılmışlardı.
Beş yıldır askeri bir lisede tarih dersi öğretmenliği görevini sürdüren üsteğmen Durukan, bir dersin bitiminde bir kahve içerek soluklanmak üzere sınıftan çıkıp odasının kapısına geldiği anda, onu beraberindeki bir bayan arkadaşı ile yanından geçerken kabaca görebildiği bir ya da iki saniye içinde keskin bir bıçak gibi yüreğinin ta dibine kadar saplanan ani ve amansız bir ıstırapla kanamaya başladığını hissetmişti. Odasına girdiğinde koltuğuna yığılıp kalmış, neredeyse ağlayacak hale gelmişti. Bir an için görülen ve geçip giderek meçhule karışan bir kadın bunca acıyı yaşatmaya muktedir olabilir miydi? Sorunun yanıtı, bir tür inleme halinde kendi kendine konuşurken ortaya çıkıyordu aslında. “Allah’ım! Beni bağışla lütfen. Sana karşı dürüst davranacağım. Beni yaratan, beni kendisine mahkum ettiğin öbür yarımı yaratan ve beni onunla karşılaştırmaya gücü yeten sensin. Onu ne kadar istedim, bunu ancak en bilirsin! İçimden bir ses, dokunabileceğim en güzel şeyin o olduğunu söyledi. Korkarım, istediğim oydu benim…”
Bir anlık hayaldi. Önünden geçip giderken bir saniye içinde ortalığı yakıp yıkmıştı; ama olasılıkla arkasında bıraktığı enkazdan haberi bile yoktu.
Kalbini dolduran acıyı dindirmeye çalışan öğretmen, yaklaşık iki hafta sonra kaderin kendisini onunla tekrar karşı karşıya getireceğini bilemezdi.
Güzel bir akşamüstüydü. Güneş, şehrin üzerine hüzünler dağıtarak batıyordu. Durukan’ın okuldaki dersleri öğleden sonra 15. 30 dolayında bitmiş, ancak o gün eve gitmek gelmemişti içinden. Zemin katta bulunan lokantada gecikmeli bir öğle yemeği yedikten sonra kahvesini yudumlamaya başlamıştı. Özellikle ikindi vakitlerinde kahve içmeyi seviyordu.
Gözleri dalıp dalıp gidiyordu. Ta ki, içeriye giren bir bayan öğrencisinin yanındaki güzellik anıtını görünceye kadar… Gözleri adeta üzerine çakılmış, zihni birden bire “olağanüstü hal” alarmı vermeye başlamıştı.
Elbette ki, o anda gözünü alan kişinin öğrencisi Seray’ın yakın arkadaşı olduğunu tahmin etmesi zor olmadı. Üstelik Seray’ın en azından nezaket gereği hatırını sormak için yanına gelmesi, Durukan’ın adının Eylül olduğunu orada öğrendiği kızla tanışması için bulunmaz bir nimet olmuştu. Onları bir kahve içecek kadar oyalaması zor olmadı. Böylece, onunla aynı masada kahve içerken arada bir mavi gözlerine bakabilmekten duyduğu mutluluk bütün gününü aydınlatmaya yetmiş, ayrıca üniversitenin Sanat Tarihi bölümünde ikinci sınıf öğrencisi olduğunu, ailesinin Antalya’da yaşadığını ve benzeri birtakım bilgiler edinebilmişti. Ertesi gün ise, öğrencisinden onun cep telefonunu istemek gibi bir arsızlık etmekten çekinmeyecekti. Kısa sohbet esnasında aklına gelen tek düşünce, onu ilk defa gördüğü anda düşündüğü şeylerle fazlasıyla örtüşüyordu. Yine, insanı ona hiç kimsenin sahip olmaması gerektiği kanısına zorlayacak derecede güzel görünmüştü gözüne ve doğal olarak kendisinin bir istisna olmayacağı korkusuyla sessizce iç geçirip durmuştu…
Eylül, farklı biriydi. Oturduğu yerde duramazmış ya da düşük ritimlerle sürekli dans ediyormuş gibi, özellikle bacakları durmadan hareket ediyordu. Konuşurken beden dili hızlanıyor, yüz ifadeleri vücut diliyle yaptığı tatlı ritmik dansa eşli ediyordu; fakat ardından yetişilmesi, tutulması zor bir şeyler vardı onda. Şımarık ve uçarı görüntüsü ile ona sahip olma isteği duyan her erkeği tedirgin ettiği rahatlıkla söylenebilirdi. Ah, sevmek nasıl da korkunç bir şeydi! O akşam eve dönerken, kalbi derin bir keder ve umutsuzlukla doluydu.
Birkaç gün sonra, sanal ortamda arkadaşları ile sohbet etmek için msn’yi açan Durukan, aniden düşen sürpriz bir ileti ile karşılaştı.
“Mrb. Ben Eylül. Belki kızacaksınız bana; ama o günden sonra hakkınızda çok şey öğrendim ve içime size karşı engelleyemediğim bir ilgi doğdu.”
Dünyaları verselerdi, bu denli mutlu olamazdı Durukan. O günden sonra, çevresindeki başka kadınlara bakamaz hale geldi.
Bu olayın üzerinden yalnızca bir hafta geçmişti ki, şehrin kıyılarındaki bir tepenin doruklarında farklı renk ve tasarımlarda bahar çiçekleriyle süslenmiş yemyeşil çimlerde yan yana sırtüstü yatan iki sevgilinin üzerinde beyaz bulutlar geziniyordu. Yürekleri dupduru sevgi ile yüklü, sık sık yer değiştirerek buluşan yanakları ve dudakları sevgi sözcüklerinden olabildiğince uzaktı. Her zaman olduğu gibi, aşkın sözcüklere ihtiyacı yoktu…
Durukan daha iyi tanımak için çaba harcadıkça, onda fiziksel güzellikten daha fazlasının olduğunu fark etmişti. Çok sıcak ve saf bir kalbi vardı. Kendisini tüm yüreği ile ve çocuksu renklerde seviyordu. Masumiyet, en çok bayanlara yakışır. Güzel bir kadın kalbi, dünyanın bütün beyinlerinden daha değerlidir.
Tanrı’nın yasa ve buyrukları kendisi için değil, insanlar içindir. Bu yüzden, O’nun kendileri için koyduğu yasalara bağımlı olduğunu zanneden kimseler işin başında bir yanlışlar cümbüşüne dalmış demektir. Görünen oydu ki, merhametli Tanrı kullarının kalbinden geçen acıları ve düşleri biliyor, zavallı kullarına en olanaksız göründükleri zamanlarda bile, onları sınırları olmayan kudretiyle gerçekleştirerek sürprizler yapmayı seviyordu…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.