
O'nu Dante gibi sevmeliydik
Sevgili dostum…
Sana çoktandır anlatmayı düşündüğüm, ancak nasıl anlatmam gerektiğine dair yaman kaygılar yaşadığım bir şeyi anlatmanın vaktinin gelip çattığını düşünüyorum. Olanca zorluğuna rağmen, O’ndan söz etmeyi deneyeceğim bugün. Kuşkusuz, bunu sen istemedin benden; ama aşk ısmarlama bir şey değildir ki, ondan söz etmek için izin isteyelim. Onu anlatmak ya da anlatmamak, dahası dinlemek ya da dinlememek bizim tercihimiz değildir. O, içimize sığmayacak kadar büyük ve taşkındır. Meğer ne kadar çok sevmişim O’nu, hem de ne kadar!
Evrenin ve Kalbimizin Sultanı’ından söz ediyorum. Ezel ve Ebedin Sultanı’ndan… Ne ilginçtir ki, kalp atışlarımızın ritmini bile kutsal adının iki heceli telaffuzuna benzetmiştir: ALLAH! ALLAH! ALLAH! Öyle anlaşılıyor ki, kalbimizi kendisine bir konak olarak seçmiş… Bu ne büyük bir talihtir!
Dostum… O’nu kavramak için atman gereken ilk adım, aklını ve ruhunu acil olarak azat etmektir. Doğrusu, toplumsal düzene, yerleşik yasa ve geleneklere veya içgüdülere tutsak olanlar, O’nu tam olarak kavrayamazlar. Bütün sınırlardan bağımsız bir sonsuz güç ve sevgi kaynağını tutsak edilmiş bir akılla kavrayabileceğimizi, O’nun tutsakların korkuyla titreyen akıllarından çıkan şeylerin aynısını düşündüğünü kim söyleyebilir? Lütfen unutma! O’nu sevmek bir özgürlük sorunudur. Önce, aklını özgür bırakmalısın…
O’nun sevdası, platonik aşkın bir türüdür. Zayıflamak nedir bilmez, coşkun ırmaklarla beslenen göller gibi gün geçtikçe çoğalır.
O’nu seversin; ama hakkında çok bilgili değilsindir. Üstelik hiçbir şeye benzemediğini söylüyor ve kendisini bilinen şeylerle tasavvur etmeyi yasaklıyor. Hakkında bildiğimiz tek şey, baktığımız her yerde yansımalarına tanık olduğumuz isimleri (özellikleri) ile aşikar, ancak asli zatı ile tamamen gizli olduğudur. Böylece, kapıları hayal gücüne bile kapalı olan gizemcil bir tapınak halini alıyor. Acaba nasıl biridir? O’na kavuşmak nasıl bir duygudur? Seni sevgisiyle mi yoksa kırık bir kalple mi karşılayacaktır? Bunların hiçbirini bilmezsin. Kaldı ki, O’na kavuşmanın vakti de elinde değildir. Ne zaman kavuşacağına sen karar veremezsin. O sana “Hasret buraya kadardı. Gel artık!” demedikçe sarayına varıp kapısını çalamazsın; fakat zaman zaman aklına üşüşen bu tür soruların da bir önemi yoktur. Yine de seversin O’nu. Karşılıksız ve pazarlıksızca seversin, ölesiye özlersin…
O’nu anlamak ve aşkını nasıl yaşamamız gerektiğini kavramak için, bilmeyerek de olsa bize en değerli verileri sunan kadınlara minnet duymaktan ar etmemize gerek olduğunu sanmıyorum. Bir erkeğin gözleri dünyanın tüm güzel nimetleri arasında öncelikle onları seçer ve onlara bakarken etrafında olup bitenlerden ayrılarak cenneti andıran görsel bir şölenin içine dalıp gider. Bu her ne kadar bizzat güzelliğin simgesi olmalarından çok erkeğin bedensel ve ruhsal mutluluğunun temel gereksinimlerine göre tasarlanmış bir varlık olmalarından kaynaklanıyorsa da, sonuçta gerçek cennetin başat mutluluğu olan temaşa zevkinin yeryüzündeki en etkin karşılığı olması nedeniyle bize çok şey anlatmaktadır. Bir kadını sevmişsen eğer, O’nun nasıl sevilmesi gerektiğini de daha kolay anlarsın…
Dostum… Hiçbir sınır tanımayan hayal gücü, bize boşuna verilmemiştir.
O’nu, sana uzak bir ülkeden ilk kez gelmeye hazırlanan bir güzele yazdığın bir mektubun satır aralarında ve ona kavuşmanın birkaç dakika öncesinde düşün…
Kavuşmanın ertesinde yüreğini yakan incecik sesinden mahrem bir cümle eşliğinde küçük, beyaz, yumuk yumuk elleri ile yalnızlıktan üşüyen ellerine dokunduğu anda göğsünde patlayıp bütün bedenine dalga dalga yayılan heyecanın yol açtığı titreyişlerde düşün…
O’nu, o güzelin hafif bir gülümseyişiyle kıvrılan kıpkızıl mahcup dudaklarında…
O’nu, ateşli bir öpücüğün sarhoşluğunda…
O’nu, kutsal kitapların sayısız kelimelerinin okyanusunda…
O’nu, dünyadan vazgeçmiş bilge adamların sözlerinde…
O’nu, bahar sabahında açan renk renk çiçeklerin serin gülümseyişlerinde…
O’nu, sabahın kırağısında o çiçeğin yanaklarında toplanan ya da bir yaprağın ortasından aşağıya doğru akan bir çiğ damlasının duruluğunda…
O’nu, yere doğru usulca süzülen bir kar tanesinin berraklığında…
O’nu, daha güzeli olmayan kuşların şarkılarında ya da seni oturduğun yerden alıp ta uzaklara götüren bir müzik bestesinin sırtında düşün…
O’nu, bir gölün durgun sularında yatan bir nilüfer yaprağında…
O’nu, bir bebek yüzünün masumiyetinde…
O’nu, aslan gibi bir adamın zayıf ve ezilmişlerin başlarına değince yumuşayıveren parmaklarında…
O’nu, birinden sürpriz bir iyilik gören bir zavallının yüzüne yayılan güçlü ışıltıda…
O’nu, mavi bir nehrin kıvrılarak ilerleyen zarif kollarında…
O’nu, ırak dağların zirvelerinde saçlarını okşayan deli rüzgarın dokunuşlarında…
O’nu, ulu bir ağacın göklere doğru serpilen kollarında ve bize meyveler sunan ellerinde…
O’nu, ılık bir ikindi güneşi altında dalından kopan sarı bir yaprağın ölümcül savruluşunda…
O’nu, yıllar sonra hapishaneden kaçan bir mahkumun kırlarda soluk soluğa koşarken attığı özgürlük çığlıklarında…
O’nu, seni büyüleyen en güzel panaromaların ve en güzel anların gölgelerinde duyumsa…
O’nu, göğü gri bulutlar kaplayınca uçsuz bucaksız tarlalarda yürürken…
Okşanırken bedenin ardı sıra yağan yağmurlarca…
Toprağın kokusunu içine çekerken…
O’nu, kimseler duymasın diye bir kuytuda sessizce ağlarken…
Sevgilinin özlemli bekleyişinde dakikaları sayarken düşün…
“Nereden geliyorsun?” diye sordum.
“O’ndan…” dedi.
“Nereye gidiyorsun?” diye sordum.
“O’na…” diye yanıt verdi.
Bu sefer:
“Madem O’nu bu kadar seviyorsun. O halde, kendini O’nun için feda et” dedim.
Bunun üzerine öyle müthiş bir nara attı ki, hemen oracığa yığılıp kaldı. Ölmüştü.
Onu defnetmek için taş aramaya çıktım. Geri döndüğümde, onu yerinde bulamadım. Derken gaipten bir ses:
“Onu bulamazsın. Onu ölüm meleği aradı, bulamadı. Cennet aradı, bulamadı. Cehennem aradı, o da bulamadı…” dedi.
“Peki” dedim, “o zaman nerede?”
Bana, şu ayeti okudu:
“Müttakiler kudretli hükümdarın katında, yüksek bir makamda, cennetlerde ferahlık ve aydınlık içindedirler. ”
“Keşke ism-i azam’ı bilseydim” diye geçirmiştim ki, tam o esnada iki kişi yukarıdan inerek yanı başıma oturdular.
Biri diğerine:
“İsm-i azam’ı mı öğrenmek istiyorsun” diye sordu.
“Evet” dedi öteki.
Aynı kişi:
“Öyleyse ALLAH de” diye karşılık verdi.
Bunun üzerine içimden:
“Bunu ben de söylerim” diye geçirdim.
Diğer şahıs:
“Öyle söylemeyeceksin. Bizim isteğimiz, ALLAH dediğin anda O’ndan başka her şeyin kalbini terk etmiş olmasıdır” dedi.
Sonra, tam karşımdan göğe doğru yükselerek gözden kayboldular…
(Yazarın notu: Bilirsiniz, sevgi paylaşıldıkça çoğalır. Lütfen bu yazıyı sanal ortamdaki tüm dostlarınızla paylaşın.)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.