
MÜSLÜMAN'IN GEVEZESİ
Müslüman, yaşadığı dünyayı iyi okuyan, iyi yorumlayan biri olmalıdır. Bu bağlamda, ülkesindeki ve dünyadaki sosyo-kültürel yapıya olduğu kadar siyasi yapıya da, yeni gelişmelere de sürekli yakın markaj yapmalıdır; ne ki bunları yapmak için kutsal bir kitabı ve ahlakı olmayan gündelik politikanın çamurunun orta yerine dalmak zorunda değildir. Çünkü yersiz, zamansız ve de gereğinden fazla uğraştığınız vakit, günlük politikanın dişlileri her şeyden önce ahlakınızı tahrip eder. Hatta öyle bir an gelir ki, ölçüsüz hırsı, ihtirası, yalanı, sözünden dönmeyi, gıybeti, iftirayı ve ahlaksızlığı normal bir şeymiş gibi gösteren yalama olmuş bir vidaya dönersiniz. Manevi yaralarınız derine gider, dikiş tutmaz olur. Bu hale düşmüş bir Müslüman’dan, kendisine bile hayır gelmez. Gerçekte, Müslüman’ın herkesle ve her kesimle uygarca bir ilişkisi olmalıdır. Ne var ki, bu ilişki hedefteki kişi veya kesimlere (öncelikle hal ile olmak üzere) yararlı olmaya yönelik bir iyi niyet eşliğinde yürümelidir. Kuşkusuz içimizden ömrünü siyasi arenada hizmete vakfetmiş olan herkes aynı duruma düşmüş değildir; ama onlar Allah’ın özellikle koruma altına aldığı istisnalardır ve her daim minnetle anılmalıdırlar. İlkesel bazda ele alacak olursak, bana göre bir kısım bilinçli Müslüman’ın siyasi arenada bir şekilde etkin rol alması engellenemeyecek bir şeydir. Bu zaten öteden beri yapılıyor; ama bunun bir şartı vardır: Daha önce bazılarının yaptığı ve halen de yapmaya devam ettikleri gibi, kendi siyasi partisine oy vermeyi adeta “imanın yedinci şartı” gibi, kendi genel başkanlarını da herkesin biat etmesi gereken bir “Halife-i Ruy-i Zemin” olarak dayatma sapkınlık ve terbiyesizliğine düşmemek gerekir. Aksi halde, Alemlerin Rabbi olan Sultan’ın gayretine dokunur. O bu dini on dört yüzyıl önce tüm insanlık ailesine lütfetmiştir, bugün dünyada neredeyse bir buçuk milyar Müslüman yaşamaktadır ve doğal olarak yeryüzünde Müslümanların yaşadığı tek ülke burası değildir. Üstelik sonsuz bir kudretin sahibi olan Allah’ın, dinini ayakta tutmak ve kalplere ulaştırmak için herhangi bir şahıs veya grubun yardımına gereksinimi de yoktur. Allah ve Elçisi hakkında konuşurken, herkesin her türlü kimlik ve kıyafetinden arınması ve huzura manevi anlamda çıplak girmesi gerekir. Kendisini gündelik siyasetin dedikodularına kaptırmış olup “Falan belediye başkanı şöyle demiş…, “Filan partinin il başkanı böyle demiş…” türünden dedikodularla akşamlara dek gevezelik eden bir Müslüman, aslında hayatı heba olmuş lüzumsuz bir gevezedir. Yanılıyor olabilirim, genelleme de yapmıyorum. Bu saptamayı, akşam namazını müteakip çay ve sigara içerek devletler yıkan, sabaha karşı iyice sararıp solmuş yüzlerinde alt tarafını mor halkaların kapladığı mahmur gözleriyle yepyeni devletler kuran bazı anlı şanlı Müslümanların, en küçük parasal ilişkilerinde birbirlerini dolandırmaktan, klasik bir esnaf tabiriyle, tokatlayıp kaçmaktan hiç ar etmediklerine çok tanık olmuş biri olarak yapıyorum. Anlayabildiğim kadarıyla, o arkadaşlar devasa idealler uğrunda canla başla savaş verirken (!), Allah Resulü’nün seçkin ahlakını öğrenip yaşamaya pek vakit bulamamışlardı; oysa özgün nebevi ahlak ve insan ilişkilerine sırtını dönmüş bir Müslüman’ın İslamiyet ile reel ilişkisi bitmiş demektir. Dolayısıyla, Allah’ın Resulü’nün en büyük değeri atfettiği insan haklarını, anne-baba haklarını, komşu haklarını, arkadaşlık haklarını, sevgi ve vefayı birer ayrıntı sayanların kuracağı düzen, elbette bir “Ahlaksızlar Devleti” olmaktan bir milimetre öteye geçmeyecektir. Ne hazindir ki, salt bilgili olmak insanlar nezdinde her zaman bir değer ve teminat değildir. Örneğin bir üniversite öğrencisi bir liselinin fikirlerini dinlerken çoğu kez ya başka şeyler düşünür ya da içinden güler… Bu nedenle, hem gerektiği kadar sorumluluk hem de bir imaj-maker duyarlılığı içinde hareket etmeye çabalayan biri olarak acizane görüşüm şudur ki, kendisini Müslüman olarak tanımlayan kişinin “sıradan” olmak gibi bir lüksü olamaz. Bir şeyi elde etmek için, önce “istemek” gerekir. Hiç şüphesiz, onun kendi içinde Kur’an ve Sünnet konusunda sağlam ve içten bir etik altyapıyı oluşturması, “olmazsa olmaz” ilk koşuldur. Yıldızların Efendisi’nin cesur ve mütevazi yüreğinin yanı sıra, özgün davranış modellerine de talip olmalıdır. Bu, onun bireysel gelişiminin merkez üssü olacaktır. Ardından, (Lüzumsuz ya da ilgisiz görünebilir; ama lütfen denemeden karar vermeyin.) insan doğasını enikonu çözmek için genel Kişisel Gelişim kitaplarına eğilmesinin mutlak yararına inanıyorum. Ayrıca, en az bir lisans programını bitirmek ve en azından bir yabancı dili öğrenmek zorundadır. Cemil Meriç’in sözlerine katılmamak mümkün değildir: Bir insanın kendi dilini ustaca kullanabilmesi için, en az bir yabancı dili iyi derecede bilmesi yaşamsal bir önemdedir. Demek istediğim, “sözün büyüsü”nü yakalama ve kullanma koşuluna paralel olarak, genel olarak hitabet sanatı ile bir Çiçero azmiyle ilgilenmeli ve gerekiyorsa bir diksiyon kursuna gitmelidir. Bunları yaparken olanak ve yetenekleri doğrultusunda toplumsal katmanların zirvesine olan yolculuğunu azim ve istikrarla sürdürmek, çevresindeki herkesin dokunmak ve konuşmak için can attığı başarılı, uygar, nitelikli ve dürüst bir örnek birey olmayı başarmak zorundadır ki, vereceği her bir mesaj muhatapları üzerinde bir bomba etkisi yapsın! Özetle, kendini yetiştirmek İslamiyet’e yapılabilecek en büyük hizmettir. Dale Carnegie’in “Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı” adlı kitabını duymayan kalmamıştır. Size, o kitapla ilgili çelişkisel bir şey söyleyeyim: Dünyada Kişisel Gelişim konusunda bir klasik haline gelmiş bulunan ve beni eskiden beri “Neden o kitabı ben yazmadım, ya da bizden biri yazamadı?!” diye dehşetli bir kıskançlığa sürükleyen bu muhteşem kitabı sağlam bir siyer bilgisinin üzerinde durarak dikkatle okuyanların, Dale Carnegie’in orada Hz. Muhammed’in tipik davranış biçimlerini anlatmaktan başka bir şey yapmadığı izlenimine kapılmaları son derece muhtemeldir. Ben yine de öyle olduğunu sanmıyorum. Olması da gerekmez. İnsan doğasının evrensel yasalarını bilen herkes, aşağı yukarı benzer ilkelere ulaşabilir. Hz. Muhammed’i varlıkların en güzeli, en soylusu ve en hayırlısı şeklinde tasarlamış olan Yüce Sultan, O’na insan doğasının mutluluk haritasını vermiş, bağlı olarak insanı mutlu etmenin sanatını herkesten daha iyi öğretmişti. Bu yüzden, O’nu tüm yeryüzü halkına “ideal insan modeli” olarak takdim etmesinden daha doğal bir şey olamazdı. Konuştuğu herkesi en samimi ilgisinin odağına alıveriyor ve bunu ona şiddetle hissettiriyordu. O’nunla sadece bir kez karşılaşıp da, O‘nun gözünde müstesna ve özel bir yeri olduğunu hissetmeyen bir tek kişi olmamıştı. Burada, ayrıntıya girmeyeyim. Meraklılarına, iyisinden birkaç siyer kitabı alıp sil baştan, yavaş yavaş, hepsinden önemlisi, büyük bir dikkatle ve tertemiz bir niyetle okumalarını öneririm. Zira Allah, kendisine, Yeryüzünün Seçkini”ne ve cennete ulaştıran yolları, sadece alçakgönüllü ve berrak bir yürekle yola koyulmuş olan kimselere göstermektedir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.