HZ. MUHAMMED'E MEKTUBUMDUR

Sevgili Dostum…

    Göklerde parıldayan güneşin hayat dolu, güzel bir günü müjdelediği böylesine hoş bir sabaha rağmen, hep terk etme isteği duyduğum bu şehirden, yine nazlı bir yürek ve arsız bir aşkla yazıyorum sana. Biliyorum; kimi zaman Sana seslenirken, Sen’in gibi biriyle konuşmanın nezaket sınırlarını zorluyorum; ama zaten bunu yaparken bana cesaret veren tek şey, sıradan biri olmamdır. Çünkü kitaplar, Sen’in sıradan insanlara da değer verdiğini söylüyorlar…        
    Bu sabah arabama bindim ve canım sıkıldıkça kıyılarına sığındığım o muhteşem göle doğru yola çıktım. Şehirden yaklaşık otuz kilometre uzaklıkta bulunan o güzel gölün kıyılarında inanılmaz bir dinginliğe kavuşuyorum ve eve döndüğümde yüreğimi dolduran o dinginlik gün boyunca etkisini yitirmiyor.
     Kimi zaman, gölün karşısındaki tepelerin yamaçlarında basit bir evim olsaydı diye hayaller kurmaktan kendimi alamıyorum. Hiç değilse hafta sonları gelir, doğal yaşamın mükemmel armonisine yakın ve toplumsal yaşamın umarsızca özlemini çektiğimiz iç huzuruna karşıt tek varlık olan insanlardan uzakta sakin iki gün geçirirdim.
     Gerçi bir ara arka taraftaki dağın eteklerinde arkadaşlarımla dolaşırken meyve bahçeleri görmüştük. Daha sonra, oralarda bir yerde bir kır evi olduğu ya da yapıldığı yönünde bazı duyumlar aldım; fakat henüz herhangi birileri ile karşılaşmış değilim.
     Sanırım, biraz hızlı geldim. Göle ulaştığımda, yolu sadece yirmi dakikada almış olduğumu anladım. Kıyı boyunca ağır ağır ilerlerken, sağ iç tarafta bir yerde bulunan ve zaman zaman konaklayıp piknik yaptığımız ağaçlık alanda birkaç ailenin piknik yaptığını gördüm. Orası özellikle hafta sonları genellikle dolu olur; ancak günlerden Çarşamba olmasına rağmen, dediğim gibi, yine de birileri vardı. Biraz daha ilerledikten sonra, arabayla sağ taraftan tepeliklere doğru ayrılan patika yola girdim. Hemen başlayan dik rampaya girmeden, yoldan görülebilen açık düzlüğe arabamı park ettim ve gelmeden önce hazırlamış olduğum piknik sepetini alarak sol tarafta bulunan ve küçük bir vadiyi andıran yeşil alana yöneldim.
 
     Onca zamandır sık sık gelip konakladığım için artık gözüme bana aitmiş gibi görünen sevimli vadimde, bahar mevsimi tüm güzelliği ve canlılığıyla kendini gösteriyordu. Vadinin her iki yanında toprağa sonradan çakılmış gibi duran irili ufaklı kayaların çevresinde renk renk bahar çiçekleriyle süslü yemyeşil bir örtünün serapa kapladığı yamaçlar tepelerin doruklarına dek uzanıyordu. Hemen üst tarafta, tepelerde eriyen karların oluşturduğu gümüş gibi bir derenin şırıl şırıl aktığını işitebiliyordum. Karşıdan geçen yola göre o denli kuytu bir yerdeydim ki, tamamen gözlerden uzak ve yalnızdım. Çevremde duyabildiğim tek şey, yukarıdaki küçük derenin şırıltısına eşlik eden rüzgarın ve kuşların seslerinden oluşan büyüleyici senfoniydi. Ah, ne kadar dingin ve huzur dolu bir yerdi! Orada, ölünceye dek öylece kalabilmeyi dilerdim…
 
     Piknik sepetini yanı başımdaki kayalardan birinin üzerine yerleştirdikten sonra, toprağı sıkıca kaplayan yeşil çimenliğe sırtüstü uzandım. Bir süre, mavi göklerde akıp giden bulutları izledim. Etrafımdaki kuşların ve böceklerin şarkılarını hala duyabiliyordum. Yaşadığımı ve yaşamın en serin ve ışıltılı damlalarının içime aktığını hissediyordum. Başka bir anlatımla, yüreğimin derinliklerine doğru pervasızca akan sonsuz bir yaşam ırmağının çağıltılarında sürükleniyordum sanki.
     Bir süre, öylece kaldım. İnsanlardan uzaklaştıkça mutluluğa ve huzura mı yaklaşıyorduk yoksa? Ne kadar acı bir şeydi bu?!
     Biricik Dostum… İlerleyen günlerde, şehirdeki insanların bilerek ya da bilmeyerek ruhuma saldıkları gam ve kederlerden söz edeceğim. Sen’in onlar gibi olmadığını bilmek, onlardan eza gördükçe başımı sıcacık omuzlarına yaslamak için daha büyük bir gereksinim doğuruyor içimde... 
      Derken, uzandığım yerden doğruldum. Piknik sepetimde bulunan malzemeleri tek tek çıkardım ve o sevimli kayalardan birinin uygun yerlerine yerleştirdim. Yamaçlardan bir miktar çalı-çırpı topladım. Ateş yaktım. İyice kor haline geldikten sonra, üzerinde birkaç parça et pişirdim. Bu keyifli ziyafette, böylesine güzel bir ortamda yapayalnız ve tümüyle özgür olmamın önemli bir katkısı olduğunda kuşku yoktu.
     Karnımı doyurduktan sonra, tepelere doğru yürüdüm. Orada, daha muazzam kayalıklar vardı. Neredeyse hepsi belli bir alanda toplanmış ve uzun çağlar boyunca yağmur ve rüzgarın etkisiyle neredeyse üçgen biçimini almışlardı. İlk bakışta, yüzyıllar öncesinden anlatıla gelen kimi masallardaki dev adamları andırıyorlardı. Onların arasında ve çevresinde her yeri kaplayan rengin yaban çiçeklerinin arasında gezindim. Onları tek tek sevdim, nazikçe başlarını okşadım. Konuştum onlarla... Beni sabırla ve onaylayarak dinlediklerini duyumsadım.
     Sonra, derenin kenarına oturdum ve ayakkabılarımı çıkarıp ayaklarımı derenin buz gibi sularına bıraktım. Belki yüzlerce kez Sen’in adını mırıldandım ve o gonca gül yüzünü hayalimde canlandırmaya çalıştım.
     Garip doğrusu… yüzünün her karesini çok iyi tanıdığım halde itiraf etmeliyim ki, çoğu kez zihnimde Sen’i resmetmekte belirgin bir zorluk çekiyorum. Örneğin, çoklukla omuzlarına dek uzayan kıvırcığa yakın dalgalı saçlarının siyah, alnının geniş ve düzenli, uzunca ve çehrene bebeksi bir duruluk izlenimi verecek biçimde hafif düşük kaşlarının altındaki gözlerinin iri siyah olduğunu, elmacık kemiklerinin biraz belirgin, dudaklarının hafif genişçe ve alımlı olduğunu, burnunun zarif ve kalkık biçimiyle yüzüne gerçek bir asilzade izlenimi verdiğini oldukça net anımsıyorum. Bir topluluk içinde otururken veya bir kalabalık içinde yürürken, dışarıdan bakan kimselerin gözlerinin önce ve hemen Sen’i seçebilecekleri kadar heybetli, soylu ve seçkin bir görünümün olduğunu; dediğim gibi, saf bir bebeği andıran masum yüzünün, doğrunun dışında hiçbir söz ve eyleme yönelmemiş yüreğinin aydınlık ve saydamlığını yansıttığını biliyorum. Hatta hayal gücümle geçmişe dönüp baktığımda, bazen kimi hayranlarının taze bir bahar çiçeğini andıran ve geçtiğin her yere sinen ten kokunu yollar ve duvarlar boyunca koklayıp izleyerek yerini kolayca bulduklarını da görür gibi oluyorum.
     Sen’in yüzünü ilk kez gören kimi bilge adamlar, şaşkınlık ve hayranlık duyarak, “Bu yüz, kesinlikle bir yalancının yüzü olamaz” diyorlardı. Bunu da çok iyi anımsıyorum… Sen’i yakından tanıyanların hakkında en çok söyledikleri ve benim en çok sevdiğim söz ise, yüzünün kimi zaman “gökteki ay”ı, kimi zaman da “güneş”i andıracak kadar parıltılı ve huzur bağışlayıcı olduğuydu. Aynı insanlar, birbirlerinden bağımsız olarak Sen’in hakkında hep, “O, hayatımda gördüğüm en güzel şeydi” diyorlardı.
     Konuşma biçimini düşünüyorum bazen. Parlak, dupduru ve tatlı bir ses tonun vardı. Kelimeleri, dinleyenlerin az bir çabayla ezberleyebileceği kadar net ve tane tane söylüyordun. Bu yüzden, etrafını saran o talihli insanların bellekleri, konuşmalarından kolayca ezberledikleri yürek kamaştırıcı sözlerle doluydu. Sözlerinin akışı içinde insanların kulaklarını tırmalayacak ve rahatsız edecek nitelikte kırıcı, itici veya yüz kızartıcı bir öğeye ya da sıkıcı bir durağanlığa rastlamak öylesine olanaksızdı ki, bütüncül olarak konuşma biçimin ancak engelsiz ve dingin bir nehrin tatlı seyrine benzetilerek anlatılabilirdi.
     Özetle, ruhunun eşsiz güzelliğini yansıtan ses tonun ve etkileyici konuşman, Sana ulaşma onuruna erişen insanların dinlediği en güzel şarkıydı. Bu açıdan, yüz millerce uzaklardan methini duyup kızgın çölleri aşarak ziyaretine gelen insanlardan hiçbiri düş kırıklığına uğramıyor, bilakis daha ilk gördükleri anlardan itibaren, sadık uydu gezegenler gibi gönül dolusu bir aşkla etrafında kenetlenmeye başlıyorlardı.        
    Kalktım ve güney tarafımı kaplayan tepenin doruğuna ağır adımlarla tırmandım. Tepenin keskin ve yüksek bir uçurumla sonlandığı noktaya vardığımda, ayaklarımı aşağıya sarkıtacak şekilde kıyıya oturdum. Kocaman mavi göl, sanki ayaklarımın altındaydı. Uzaklardaki karşı kıyıları görebiliyordum. Orada da yemyeşil tepeler vardı. Yamaçların kimi yerleri koruluklarla süslenmiş, kimi yerler ise çıplaktı. Bayırlar farklı ve alımlı renklerde yaban çiçekleriyle adeta boyanmış gibi duruyordu; ancak bir bütün halinde sözünü ettiğim tüm öğelerin kusursuz denebilecek bir tablo oluşturdukları söylenebilirdi.
    Gölü hayranlık dolu gözlerle izlerken ne düşündüm biliyor musun? Sen’in de, tıpkı “su gibi” olduğunu... Dingin maviliği, genişliği, kuşatıcılığı, saydamlığı, arı(tıcı)lığı ve hatta kimi gizemcil noktaları ile Sen’i öylesine andırıyordu ki…
    Neden bilmiyorum; bazı geceler penceremden gökyüzünü seyrederken, uzak yıldızlardan birinde olduğunu hayal ediyorum ve özlemin gittikçe çoğalıyor içimde; oysa aramızdaki mesafelere zamanla alışırım sanmıştım. Sen’den ayrı olmanın, sonradan yüreğimi yakan kıpkızıl bir kora dönüşerek canımı bu denli yakabileceğini nereden bilebilirdim ki?! 
        Şu anda benden çok uzaklarda olsan da, Sen’i çok özlediğimde usulca yanıma yaklaşarak beni dikkatle dinlediğinden şüphe duymuyorum. Bu yüzden, aslında aşka ve özlemlere ilişkin çok şey söylemek isterdim Sana; fakat Sen söz konusu olduğun zaman, sevdayı ve özlemleri kelimelere bölmekte ne kadar da zorluk çekiyorum! Güzel olan nereye ve hangi nesneye baksam, Sana tutuklu olduğumu anlıyorum ve gün geçtikçe ruhum aşkının sonsuz hapishanesine dönüşüyor…

    Artık gitmeliyim. Bak! Güneş, ardımdaki dağların üzerinden batmaya başladı bile... Birazdan Evrenin Rahman Kralı yıldızlarını, şehirliler de lambalarını yakacaklar…

Not: Bu yazı, “HZ. MUHAMMED YAŞIYOR MU?” adlı kitaptan alıntılanmıştır.

  

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mert Aslan Arşivi