Mustafa Azılıoğlu
Mustafa Azılıoğlu

Dosta mektuplar-1

İnebolulu Selahattin Bey

(Dosta mektuplar-1)

 
 Aziz, muhterem, pek kıymetli kadim dostum.
Evvela selam eder, hal ve hatırını sorar, ezeli ve ebedi olan yüce yaratıcıdan selamet niyaz ederim. Nasılsın iyi misin, İnşallah iyi ve afiyet üzeresindir. İyi olmanı canı gönülden dilerim.
 
 Seninle görüşmeyeli nerdeyse bir çeyrek asır geçti. Bu zaman zarfında çok şey değişti. Değişmeyen ne kaldı ki, zaman değişti. Mekân değişti. Eşya değişti. En önemlisi asli değişkenlere bağlı olarak insan ve insanlık değişti.İnsanla birlikte insani değerler değişti. Sende sanırım değişmişsindir. En azından yaşlanmışsındır. Saçların beyazlaşmış, belin bükülmüş, eskisi gibi sabahları on bin metre kros yapamıyorsundur. Ama en azından, sahil boyunca balıkçıların önünden geçip, Adalar’a Marmara’ya karşı yürüyorsundur sanırım.

Denizin kıyıya vuran dalgalarının köpükleri gibi her şey zamanla yok olup gidiyor, bizim gençliğimizin uçup gittiği gibi. Oysa biz her sabah güneşin doğuşunu yeni bir umut ve heyecanla kuş sesleriyle birlikte karşılardık. Adalara karşı denizin sesini dinlerdik. Karadeniz’den Marmara’ya yol alan gemileri izlerken bilmem hatırlar mısın her şeyi tozpembe gördüğümüz mavi, yeşil günleri. Şimdi o yerde ne ben varım ne de sen ne de gençliğimizdeki umut ve heyecan. Denizin o sahil şeridinde o eski zaman sevdalarından eser kaldı mı onu da bilmem.Rüzgarın dilinde,bazen bir meltem alır getirir eski zaman şarkılarının peşi sıra.Üzerinde oturup sessiz gemileri düşündüğümüz o yerde şimdi ne sen varsın ne de ben.

Kalbim yine üzgün seni andım derinden

Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden
 Üzgün ve kırılmış gibi en ince yerinden
 Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden
 Sendin boşalan bağrıma gözyaşları dolmuş
 Gördüm ki yazın bastığımız otlar solmuş
 Son demde bu mevsim gibi benzim
 Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden(2)
Bursa Karacabeyli balıkçı Halil de yok. Her sabah namazı vakti Karadeniz yapımı ardıç ağacından yapılmış sandalında avlayıp kıyıya getirdiği çinakoplar, tekirlerde yok.Bursa Karacabeyli Balıkçı Halil’i de onun patpatı motorunun sesini de riyasız samimi konuşmaları kadar, o güzelim lezzetli deniz balıkları da yok.
 
 Hani bir gün,  Polonya pazarı dönüşü arabalı vapurdan inip bindiğimiz Gebze-Harem minibüsünde Maltepe’de polis ve inzibatlar tarafından durdurulup arandığımızda, sen araçtan inmemiş, kendini inzibata tanıtıp arattırmamıştın, hatırlıyormuşsun.Kadın kız cümle alem yolcular çantalarına kadar didik edilmişti de sen kılını kıpırdatmadan içeride  aşağı inmeden bizi bekletmiştin.Neydi o deli günler.
 
 Sen gittin gideli kuşlar anlamaz görünür
 Her acılan gülde yepyeni bir Şırâz görünür
 Bakışlar dağılırken denizin belleğinde
 Senin her sihrinde geçmiş bir yaz görünür(1)

Gül yolu sokağının başına geldiğimizde araçtan inmiş, Bağdat caddesi ile İnönü caddesinin kesiştiği yol üzerinde Bakkal Hasanın köşesinden, bekâr evimize geldiğimizde, Sümerbank yapımı saf yün halı üzerinde duran siyah Standard marka transistorlu radyoda o gün Nihat Erim’in Drağos’ta Devrimciler tarafından katledildiğini öğrenmiştik meğerse aramaların sebebi oymuş.

Haydarpaşa Lisesinden emekli, Kastamonu İnebolu’dan Selahattin beyin, bahçe kapısından içeri gelip, ,”ortalık karışık çocuklar” dikkatli olun diyip Nihat Erim’in haberini verdiğinde sen nedense hiç tepki vermemiştin. Selahattin Bey, kaldığımız evin sahibi idi. Hemen yanı başımızdaki, Gül apartmanının altındaki dükkânında yüncülük yaparak vakit geçirir, ara sıra beraber oturup geçmişten gelecekten konuşur hasbıhal ederdik. Hoca güngörmüş bir İstanbul beyefendisi idi. Evladım yavrum kızım hanımefendiden başka kelam çıkmazdı dilinden herkese karşı, nede olsa bir mürebbi bir müdür idi. Yıllar sonra bir gün aradığımda, beni hatırlayamamıştı.

 Nihat Erim’in katledildiği günlerde, gece sokağa çıkma yasağına rağmen, dışarıdan geldiğim bir gece, beyaz renk, yünlü Sümerbank halısı üzerinde bir şilte ile uyumaya çalışırken, kapı çalmıştı. Oturduğum ev, dört tarafı ağaçlarla çevrili hanımeli, gül ve yasemin çiçekleri ile mis gibi kokan, tertemiz havalı müstakil üç katlı bir bina idi. Benden önce benim oturduğum yerde oturmuş daha sonra bir üst kata taşınmış, İzmirli adaşım bir meslek lisesi hocası vardı. Bir yıllık da evli idi. Bir çocuğu vardı. O gece, kapının çalması ile kalkmam ve kapıyı açmam bir iki saniye ya sürmüş ya da sürmemişti.Yattığım odanın pencerelerinde perde filanda yoktu.Ev müstakil ve bahçeli olunca,yan taraftan da içeri görünmeyince perde çekmemiştim.

Kapıyı açtığımda karşımda inzibat ve zaptiyeleri görünce bir an şaşırdım. Gündüz devamlı görmeye alışık olduğum renk ve tipleri üstelik gecenin bir saatinde benim bekâr evinde karşımda görmeye hiç alışık değildim. Dönem sıkıyönetim dönemi, Jandarma zaptiyesi, üzerini giyin, seni almaya geldik demesi ile daha da bir heyecanlanmış ne olduğunu anlamaya çalışıp, kimi nereye alacaksınız, benimi götüreceksiniz sualleri peş peşe gelince ellerindeki tutanaklara bir daha bakıp, adı soyadı, ana adı baba adı başlayınca benim şafak atmıştı. Meğerse benim oturduğum yerde bir önce oturan meslek lisesi hocası Mustafa K…lı hocayı almaya gelmişlermiş. Onu ben zannetmişler. Onun burada oturmadığını beyan etmemle birlikte kapının önünden çekip gitmişlerdi. Bir kaç saat sonra tekrar geleceklerini bildiğim için bu sefer uyumamıştım.

 Mustafa Hocanın bir üst katta oturduğunu bilmiyorlardı. Yeni evli bir çocuklu mazlum mazbut efendi bir kişi olan hoca ile de eve her giriş ve çıkışta merhabamızda vardı. Eşi ve yeni doğmuş bebeği ile gecenin bir saatinde inzibat ve zaptiyeler tarafından rahatsız edilmesini gönlüm elvermemişti. Nasıl olsa yeri yurdu belli idi. Sabah gün doğunca, gündüz vakti alıp götürebilirlerdi. Nihayet beklediğim oldu.

Bizim sıkıyönetim zaptiyeleri tekrar kapı ve merdivenlerin önünde belirdiler. Israrla hocanın bu adreste olduklarını söyleyip duruyorlardı. Bende bu sefer giyinik bir halde karşılarına çıkmış, birazda sert bir üslup ile burada öyle birinin olmadığını ifade ediyorken, uyanık bir jandarma eri kapı zillerinde yazan isimliklerden aradıkları kişinin bir üst katta oturduğunu keşfetmiş, hep birden hızla bir üst kata çıkmış, palas pandıras kapıyı açıp içeri girmişler, Mustafa Hocayı alıp götürmüşlerdi.

Mustafa Hoca. Gittiğinde rahat bir seksen kilo vardı. Gidiş o gidiş, bir 10 ay sonra geldiğinde hocayı tanıyamamıştım. Bizim hoca, eve döndüğünde kilosunun yarısı üzerinde yoktu. Hocanın suçsuz olduğu on ay sonra ancak anlaşılmıştı. Hocanın öğrencilerinden birisi hocasından kırık not almış, intikam almak için hocayı sıkıyönetime ispiyon etmiş bunun üzerine muzır sol düşünceli denilerek hoca derdest edilip götürülmüştü.

Muhterem kadim dostum, seninde bildiğin gibi, bazı şeylerin geri dönüşü beşeri âlemde mümkün değil. Zaman, söz, sıhhat ve dostun kıymetini iyi bellemek gerek. Bu arada,en son çıkan kitabını okudum,orda bendende bahsetmişsin,teşekkür ederim.Muhterem eşine saygılarımı iletirim.Osman Üniversiteye hoca olmuş,Bilge yüksek lisans için Kanada’ya gitmiş,bütün bunları Cahit ten öğrendim.Cahit’inde selamı var.Maç’a gelmişler bizim Konya’ya.Maçta karşılaştık.Maçtan sonra bir köşede geçmişi tahattur edip hasbıhal ettik.Ondan öğrenirsin her şeyi.Ayşe’ye ve çocuklara selam.

Gönlünü hoş tut, sonu gelmez kaygıların

 

 

 

 

Gök kubbede çatışması bitmez yıldızların
 Senin toprağa karışacak bedenlerin
 Tuğla olacak sarayına başkalarının.(3)

(1)Hilmi Yavuz,(2)Yahya Kemal ve (3)Ömer Hayyam

 

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mustafa Azılıoğlu Arşivi