CENNETTE İKİ YIL

 

Aşk, hayatın biricik ışığıdır. Tanrı’nın hükmüyle Olivia’yı bulmuştu, yani ışığı? Daha başka ne isteyebilirdi? Işığın aydınlatılmaya ihtiyacı var mıydı? Yapayalnız uyandığı her sabah, daha kaç yarını bekleyeceğini soruyordu kendi kendine…

 
Gerçekte, güzel olan hiçbir şey tüm değildir. Olivia öldüğü gün Rüzgar’ın hayatının ışıkları onunla birlikte sönmüş, ondan sonra hiçbir sabah eskisi kadar parlak ve umutcul doğmamış, yazın en aydınlık günlerinde bile kederli gözlerine pek solgun görünmüştü. Ona öyle geliyordu ki, yıllar önce bir zindandan kaçmış, fakat onun ölümü ile kapıları, pencereleri sonsuza dek üzerine kilitlenmiş olan çok daha karanlık ve korkunç başka bir zindana düşmüştü. Hatta zorlu hapishane günlerinin bile, o ikinci zindanın acılarını bastırmayı başardığı söylenemezdi.
 
Eskiden bu yana yaşanmış bütün efsanevi aşk öykülerinin alınyazısında olduğu gibi, yine en tatlı saatleri gümüşsü ay ışığında, yıldızlı gecelerde, şöminede veya dışarıda yanan ateşlerin harlı, titrek alevleri önünde, kısacası “yarı karanlıkta” yaşanmış olan bu yürekleri burkan tragedyanın da bir ömür boyu sürerek nihayet dingin bir gülümseyişle mutluluk denizine kavuşup dökülen bir geleceği olmamıştı. Galiba Tanrı karanlık gecelerine ansızın bir meşale uzatmış ve nedense çok geçmeden geri çekmişti; fakat onlara sorulsaydı, birlikte geçirdikleri her anın kudretli aşkın bağışladığı bir ışık çağlayanında geçtiğini söylerlerdi…
 
Bütün bunlar, bu çaresiz, yapayalnız, elleri ayakları prangalı aşk esirine ağır geliyor, içi fena halde daralıyordu. Evinde konuk olduğu günlerde gece sohbet ederken, arada sırada Kasım amcaya ruhunu kemiren acıdan bahsetmeden duramıyordu. Yine öyle bir gece yarısı, Nisan uykuya daldıktan sonra, yerde baş başa oturmuş halde gece lambasının loş ışıkları altında çaylarını yudumlayarak muhabbetin derinliklerine daldıkları bir sırada, yine Olivia’ya duyduğu özlemin kendisine verdiği acılardan söz ettiğinde bilge adam:

“Olivia ile birbirinizi ne kadar çok sevdiğinizi biliyorum. O, gerçekten sevilmeye değer bir kadındı. Sen de öylesin. Cennette de beraber olmanız için dualar ediyorum. Bu aşk hikayesi, ikiniz için de büyük bir şanstı. Çünkü aşık olup aşkı tanıdığın zaman, “güzelliğin ve aşkın güneşi” olan Allah’ı ve O’nu nasıl sevmen gerektiğini de anlamaya başlarsın. İstersen bunu biraz açalım?” dedi.

 
Rüzgar hüzünle başını salladı.

“Dinliyorum.”

Kasım amca, ölümün hakikatine ilişkin ilginç şeyler anlatmaya başladı:

“Allah, öğrenmemizi istediği hakikatleri anlayabilmemiz için dünyada onların küçük misallerini yaratmıştır. Bir kadınla erkek aşık oldukları vakit, birbirlerine kavuşmak için çırpınır durur, her çareye başvururlar. Bunu biliyoruz herhalde?”

“Evet…?”

“Bütün bunlar, birbirine karışıp, birbirinin içinde aşkın bütün zevklerini yaşamak içindir; halbuki Allah en büyük sevgilidir, öyle değil mi? İnsanı aşkla yaratmış, aşk için yaratmış, kendisini tanısın ve sevsin diye yaratmış… Unutma, Cennette O’nun güzelliğini temaşa ettiğin zamanlar içinde Olivia’yı bile unutacaksın!” Kasım amca konuşmasının burasında neşeyle güldü ve devam etti.

“Bak, mesela ilkbaharın yeniden dirilişin ve mahşerin provası olduğu gibi, seven erkekle kadının ilişkisi de aynı şekilde Allah’a kavuşma anında ve sonrasında yaşanacak olan binlerce kat daha şiddetli zevklerin küçük bir misalidir, provasıdır. Hatta seçilmiş bazı kullar, o aşkın zevklerini daha ölmeden yaşamaya başlarlar. Onlara sorsan, dünya aşklarının kendi yaşadıklarının yanında çok basit kaldığını söylerler. Bu durumda, O’na kavuşmak için biraz daha fazla çırpınmamız gerekmiyor mu?”

“Anlıyorum seni. ‘Dünyevi aşklar büyük tanrısal aşkın küçük birer provasıdır’ diyorsun. Bunu teorik olarak biliyorum; ama…” diyerek araya girdi Rüzgar. “Sence bu ikisi içerik olarak aynı şey midir? Emin olmak için soruyorum ve samimi bir cevap istiyorum. Burada yabancı yok…”

Kasım amca gülümsedi.

“Tabii, doğrudur. Aslında aşağı yukarı aynı şeyden bahsediyoruz. Allah’la nasıl bir ilişkimiz olmalı ya da olacak? İçinde neler var, neler yok, bunu tam olarak bilemeyiz; ama aşkın kanunu pek değişmez… Hele aşkın hazları hiç değişmez. Yalnız sevgililer değişebilir.” dedi ve devam etti konuşmaya. “Önce şunu söyleyeyim: Allah’a cinsiyet izafe etmek küfürdür. Biz ise, kadın ve erkek diye iki cins olarak yaratılmışız. Aşkı aramızda yaşıyoruz; oysa kadınlar da erkekler de, benzer, ama daha şiddetli bir duygusal ilişkiyi O’nunla yaşamaya davet ediliyorlar.

Aşkın en büyük ve değişmeyen kanunu sevişmektir. Düşün ki, bir kadını sırılsıklam bir aşkla sevdin. O da seni sevdi; ama yıllarca birbirinizden uzak kaldınız. Günün birinde şartlar değişti ve bir gece koşar adımlarla gelip ıssız bir evde birbirinize kavuştunuz. Sence o gece ne olur?”

Rüzgar gülerek:

“Sevişiriz tabiî ki…” dedi.

“Peki vuslatta bunun olmayacağını kim söyleyebilir?”

“İyi ama, bu insanlara ters gelir.

 “Doğru… Bunun üç sebebi var: İnsanların birçoğu dinin aslını pek iyi bilmediği için, asırlardır onun üzerine çöküp birikerek taşlaşmış geleneğe inanıyor. O tortuları din zannediyor. İkinci olarak, bunların çoğunun kafasındaki tanrı erkektir. Üçüncüsü, dünyada her şeyden daha fazla arzu ve hayal ettikleri, önünde en büyük heyecanlarını yaşadıkları sevişmeyi, aynı zamanda utanılması gereken iğrenç bir ayıp olarak görüyorlar. Bu yüzden, Tanrı ile kavuşmanın içinde bir tür sevişmenin olabileceğini akılları almıyor. Ben buna illa ‘Vardır’ demiyorum; ama ‘Yoktur’ sözünü hiç söyleyemem. ‘Neden olmasın?’ diyorum. ‘Sevgiliye kavuşmak, sevişmekten başka bir şey midir?’ diye soruyorum.

(“CENNETTE İKİ YIL” adlı romandan)

 

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mert Aslan Arşivi