BEYİN İĞFAL ŞEBEKESİ

Evde oturmuş televizyon izliyorsunuz. Bir yerde radyo dinliyorsunuz. Gazete okuyor ya da internette sörf yapıyorsunuz. İzlediğiniz veya okuduğunuz haberlerin kıyılarından köşelerinden gözünüzün içine içine sokulmaya çalışan bir yığın reklamın bombardımanı altında olduğunuzun çoğu zaman farkına bile varmazsınız; ama onlar bilinçaltınıza girmeyi başarırlar. Günlük yaşamda tükettiğiniz her çeşit ürün ve hizmetin kalite derecelendirmesi, sessizce ve sinsice oluşturulmaktadır. Reklamcının etik değeri var mıdır? Tüm düşüncesi tüketiciye bir şekilde ulaşmak, onu bir şekilde ikna ederek ürününü satmak ve para kazanmak mıdır yoksa? Bazen reklamları izlerken ya da dinlerken kendinizi mavrası bol bir geyiğin içinde hissettiğiniz oluyor mu örneğin? Sizi bilmem; ama bende o his sık sık oluyor…

    Attığım başlık, yabancı bir yazarın kitabıdır. Elimden gelse, farklı bir ibare kullanırdım. Sadece yazarın aklına saygımdan dolayı değiştirmiyorum. Terbiyesizliğin lüzumu yok. Kitaptan söz ederek reklamını yapmış gibi olmayalım; ama hiç değilse dürüst davranalım derken, korkarım yine de olan olmuştur. Her neyse, atı alan dere tepe aşmış zaten. “Bundan böyle yapılacaklar listesi”ni oluşturmanın zamanıdır.

    Reklam sektörünü, tarihi ve uluslar arası nüfuzu açısından araştırmakta yarar görürüm. Çünkü kültür emperyalizmi diye ağızlara sakız edilen kavramı anlamanın daha iyi bir yolu yoktur.

    Çoğu Amerika ve Avrupa menşeli olup küresel ölçekte dağıtılmak üzere mal ve hizmet üretimi yapan dev şirketlerin ileri karakolu olarak faaliyet gösteren büyük reklam firmalarının dünyada oluşturduğu fiili yapı, toplumsal doku içinde pazar mekanizmalarının yayılmasını ve daha anlamlısı, kültürün sermaye tarafından maddi değerlere dönüştürülmesini doğallaştırmaktadır.

    Büyük şirketlerin ürün ve hizmetlerinin küresel çapta tanıtım ve reklamını yapan bu firmaların etkinlikleri, ekonomik açıdan güçlü bölgelerin kültürlerini yeryüzünün diğer bölgelerindeki zayıf ya da yerel kültürlerle zorunlu olarak karşılaştırmaktadır. Bu süreçte yeni yeni tüketim alışkanlıkları kazanan edilgin konumdaki hedef toplumlar, aynı zamanda tedricen yeni düşünce ve duygu bölgelerine taşındıklarının farkına varamamaktadır. Bu durum ise, daha iyisini üretemeyen edilgin durumdaki o toplumların zamanla kendilerini küçümsemeleri ve karşıdan gelen her şeyi sorgusuzca ve koşulsuzca kabul etmeleri sonucunu doğurmaktadır ki, bu aşamada sürekli olarak güçlü olanın lehine işleyen bir üretim-tüketim rejimi felaketi ortaya çıkmaktadır. Daha güçlü olmak isteyen ülkelerin her alanda daha nitelikli ürün ve hizmetler üretmeleri, gevezelik becerilerini de o ürün ve hizmetlerin küresel çapta tanıtımına sarf etmeleri gerekiyor. Aksi halde, çok zaman önce Avrupa’nın alnımıza yapıştırdığı ve beyni iğdiş edilmiş bazı aydınlarımızın halen bilimsel bir gerçeklikmiş gibi düşüncesizce ve sorumsuzca tekrar edip durdukları o “developing country” (gelişmekte olan ülke) damgasını söküp atamayız.

    Ne iş yapıyorsak yapalım, o alanda en iyisini üreteceğiz ve reklamını çok iyi yapacağız, o kadar…

    “Dışarıdan, özellikle dünyanın batısından gelen her şey iyidir, bizim yaptıklarımız kötüdür” şeklindeki bilinçaltı koşullanması, batı uygarlığının üzerimizdeki en büyük başarısı ve tasarrufudur. Bunu sağladıktan sonra, bize gönderdiği her şeyi alır, seve seve tüketiriz. Bugün olan da budur.

    Yemekte ya da yemekten sonra şalgam, boza, ayran, Türk kahvesi veya meyve suyu yerine kola ve pepsi gibi belli başlı asitli içecekleri tükettiğimiz gibi, onların yazdığı kitapların da bizim yazdıklarımızdan daha iyi olduğuna inandırıldığımız için, bizim anlı şanlı yayınevlerimiz onların çöplüklerinden topladıkları uyduruk kaydırık müsveddeleri bize “büyük edebiyat yapıtları” diye yutturmaya devam ediyorlar. Sonunda, uzun bir tarihe yayılan güçlü kültürel köklere sahip olan güzel ülkem, bir “telif eserler çöplüğü”ne dönmüştür. Başımız sağ olsun. Kızmaya da hakkımız yok. Ne de olsa, arz-talep meselesi…

    Max Frisch diye bir adam vardır. Doksan sayfalık bir novella yazmış. İsmi lazım değil. Ben kitabı okurken, şaşkınlıktan ve öfkeden morardım. Sonra ise epey güldüm. Kendi kendime: “Ben bu kitabı kapalı gözlerle bile yazardım yaw!” dedim. İddiamı hala koruyorum; fakat ben onun on kat iyisini yazsam bile (ki yazabildiğimi ve de yazdığımı biliyorum) bizim yayınevleri dönüp bakmaya tenezzül etmez. Etmiyorlar da… “Seninle neden ilgilenelim ki?!” der gibi davranıyorlar. Çünkü benim adım Max Frisch değil, Adana’dan Yahya oğlu Mert Aslan’ım ben… Önemli olan ambalajdır, etikettir, değil mi arkadaşlar? Adamın adı Max ise, her sözünde kesinlikle bir sürü hikmet olmalıdır, yoksa da uslu bir okuyucu olup aklımızın sınırlarını zorlayarak çeşitli çap ve markada hikmetler icat etmeliyiz. Daha da bulamıyorsak, aptallığımızdan ötürü adamın yazdıklarını anlamamışızdır.

    Uluslar arası operasyon yapabilen büyük reklam firmaları, yani “küresel beyin iğfal şebekesi” tüm dünyada kendi coğrafyalarının ürün ve hizmetlerini cilalamaya devam ediyor… Biz de reklamlarından görüp bol bol tüketiyoruz… O arada, bireysel ve kolektif özgürlükler alanı, yerini kutsanmış "pazar/piyasa" kavramının değer ve sınır tanımaz egemenliğine terk ediyor.

    Bizim durumumuza gelince... Sanırım, bir yazarın en zor dönemi ilk yıllardır… Kırkına kadar bilgi ve deneyim biriktiririz, kırkından sonra paylaşmak isteriz, sesimizi duyuruncaya kadar altmış yaşına geliriz. Ondan sonra da dünya bizim umurumuzda olmaz…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mert Aslan Arşivi