
AÇ TÜRKLER VE PSİKOPATİK MEYİLLER
Açlık, doyurulmadığı ya da yeterince doyurulmadığı vakit içimizde ve dışımızda soruna yol açan biyolojik veya psikolojik orijinli bir ihtiyaca karşılık gelir. Dilerseniz, açlığı sadece birkaç madde halinde kategorize ederek anlamaya çalışalım ve sonucunu görmeye çalışalım. 1. Midesel açlık: Bu, açlığın en iyi bilinen çeşididir. Zaten aç olduğunuzu söylediğiniz zaman anlaşılan da budur. İnsan bünyesi, midenin belirli aralıklarla ve sağlıklı yiyeceklerle doyurularak beslenmesine gereksinim duyar. Midesel açlığın giderilmesi, böylece beslenme gereksiniminin karşılanmasına hiç kimse karşı çıkmaz. Bilakis, yakın ve hatta uzak çevrenizde bulunan tanıdık-tanımadık pek çok kimse size yardımcı olmak ister. Birinin karnını doyurmak, gurur duyulması ve övülmesi gereken bir fazilettir. Aslında, susuzluk da açlık kavramı içinde düşünülmelidir. Susuzluğun açlık kavramına dahil edilmesi size ters görünebilir; ama başlangıçta yapmış olduğumuz tanım açısından bakıldığında, bunun açlığın bir çeşidi olduğunda kuşku yoktur. Çünkü dediğimiz gibi, açlık doyurulması zorunlu bir gereksinimden başka bir şey değildir. Susamış olana su vermek, insana yakışan saygıdeğer bir davranış olarak algılanır ve başlıca kutsal metinlerde tıpkı aç olana yemek yedirmek gibi övgüye değer bir erdem olarak anılmıştır. Midesel açlık karşılanmadığı takdirde bünye gittikçe zayıflar, çeşitli hastalık risklerine karşı savunma yeteneklerini yitirerek nihayet iflas eder ve tıbbi ifadesiyle ex olursunuz. 2. Duygusal Açlık: Duygusal açlık, tek bir maddeye indirgenemeyecek kadar kendi içinde çeşitlilik gösterir. Bunlardan en iyi bilinenler, bireysel ve toplumsal saygınlık gereksinimidir. Başka bir ifadeyle açmak gerekirse, insan olarak yakın çevremizde bulunan özel kimseler ve genel anlamda toplum tarafından beğenilme, sevilme, okşanma, övülme, öpülme, şımartılma gibi uçarı duygusal gereksinmelerimiz olduğunu belirtmemiz yerinde olur. Bazen bizi dünyadaki diğer herkesten daha özel bir sevginin halesi ile sıkıca saracak birine, bazen ise yalnızca bizi yargılamadan, yadırgamadan ve gerçekten anlayarak dinleyecek birine ihtiyacımız olur. Dolayısıyla, duygusal açlığımızın karşılanmasının bize dünyada var olduğumuzu ve yaşamakta olduğumuzu hissettiren bir tarafı olduğu çok açıktır. İşte bu, dünyada yapayalnız kaldığımızın resmidir. Bedenimiz yaşamakta, fakat ruhumuz hastalanmakta ve baş aşağı gitmektedir. 3. Erotik ve romantik açlık: Buraya geldiğinizde, hiç kimse size yardımcı olmadığı gibi, anlayış da göstermez. İlk başta gelenek ve toplum karşınıza dikilir. Bağırır, çağırır, ağzına geleni söyler. Dakika başı, “Hayır, hayır, hayır!” diye haykırır durur. Huysuzdur, saldırgandır, acımasızdır, yargılayıcıdır, kuralcıdır ve hızlı bir infazcıdır. Birdenbire cellatlar ve heyulalar sarıverir etrafınızı. Diken üstünde olduğunuzu bilir, sürekli korkarsınız; oysa bu ötekiler gibi tek yönlü değil, çift yönlü bir gereksinimdir. Hem biyolojik, hem de ruhsal kökenli bir gereksinimdir. Karşılıksız kaldığında, sizi sinirli ve huysuz yapar, size inanılmaz acılar yaşatır. Ne gündüzü vardır, ne de gecesi… Aklınızdan bir an bile çıkmaz, verdiği acılar içinizde bir sarmaşık gibi büyüdükçe büyür… Tüm benliğinizi istila eder, yönetir, yönlendirir… Ta ki, bütün ruhunuzu sarıp ele geçirinceye kadar… Ama kimselere anlatamazsınız derdinizi. Konuşamazsınız. Çünkü sizi anlamazlar, anlamak istemezler, dahası ayıplarlar. Yaşlandıkça yok olmak bir yana acılarınız katlanarak büyüdüğü halde, kendi içinize daha çok kapanır, onları zehir gibi yutarsınız. Çünkü bu sefer sizi daha çok aşağılayacaklardır; oysa erotik açlığın ne mucidisiniz, ne de tarafı… Yalnızca mağduru olmak yakıştırılır size… İyice kırışıp buruşmadan önce, size iki rol verilmiştir: Ya Madam Bovary olur ve delişmen arzularınızın üzerine cesurca atılırsınız ya da Jan Valjan’ı seçer ve kaçabildiğiniz kadar kaçarsınız... Her iki rol de çirkinleştirir sizi… Bu nereye varır peki? Nice olur haliniz? Genellikle, ölürken gözünüz arkada kalır… Avrupa’nın en sinirli toplumu Türklerdir. Bir yerde otururken birinin yan bakmasını, yolda yürürken birinin omzunun çarpmasını kavga ve cinayet sebebi sayan başka bir toplum var mıdır? Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre, Avrupa’da en çok alkol ve sigara tüketen toplum değil miyiz? Biraz dürüst ve açık sözlü olalım: Türkiye’de kişi başına düşen milli gelir, on bir bin dolar seviyesindedir. İçgüdüsel gereksinimlerin karşılanmamış olmasının tepkisel şiddetin ana kaynağı olduğunu göz önüne aldığımız zaman, bunca sinirselliğin, gerginliğin, kavgacılığın, içe kapanmanın ve melankolinin bütün bu açlıkların üst üste gelmesiyle ilintili olmadığını iç huzuru ile söyleyebilir miyiz?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.