Yüksek teknoloji Allah'ı görünmez mi kılıyor?

    Teknoloji haşmetli ve heybetli bir kavramdır; ama yazık ki ruhu yoktur. Yaptığı bütün çağrışımlar güçlü olduğu kadar, mekanik ve soğuktur da. Teknoloji dendiğinde herkeste biraz tedirginlik olur. Uçarıdır, nisbeten karanlık ve karmaşık bir alandır. Sonu yoktur, sınırları yoktur, sürekli büyür, kabuk değiştirir, cür’etkar ve mütecavizdir; doğada, insan yaşamında ve bedeninde girip çıkmadık bir santimetrelik yer bırakmamıştır. Hesapta, amacı insan yaşamını kolaylaştırmak, uzatmak ve daha nitelikli hale getirmektir.

    Yüksek teknolojisi (High Tech) olmayan bir ülke büyük de olamaz, küresel bir aktör de… İleri teknolojiyi bir kenara koyamayız, peşini bırakamayız.

    Buraya kadar her şey doğrudur ve kulağa hoş geliyor. Peki eski günlerle bugünler arasında kabaca bir kıyaslama yapalım mı? Örneğin önceden kadınlar haftanın belli bir gününde elde çamaşır yıkarlardı. Şimdi o işi çamaşır makinesi yapıyor. Eskiden insanlar atla deveyle haftalarca yolculuk ederlermiş. Şimdi aynı mesafeyi uçaktaki koltuğa kurulup hiç kıpırdamadan yarım saatte alabiliyoruz. Örnekleri çoğaltmaya gerek yok. Eskiden hesaplar uzun uzadıya kafa yorularak yapılırmış. Şimdi makineye yaptırılıyor. Bugün insanoğlu televizyonun kanalını ya da klimanın derecesini değiştirmek için bile yerinden kalkmıyor. Daha fazla örneğe gerek yok. Kısacası, eskiden insanlar her işlerini beden ve zihin gücüyle kendi başlarına yapıyorlarmış. Şu anda ise her işimizi makineler yapıyor, biz el ense edip yatıyoruz. Tabii ki “Çamaşır makinesini bırakıp derede tokmakla çamaşır yıkayalım, uçaktan inip at arabasına binelim.” demek istemiyorum. Söylemeye çalıştığım şu ki, teknolojinin hayatımızı kolaylaştırdığı gerçeği içinde, bedenimizle birlikte zihnimizi tembelleştirip mankutlaştırdığı olgusu da inkar edilemez bir biçimde yer almaktadır. 

    O vazgeçemediğimiz yüksek teknolojinin uğursuz bir yan etkisi daha vardır ki, başımızdaki akil adamlar görüp de “Bakın şurada ne var!” diye bağırmıyor nedense: Baktığımız her yerde her nesnenin üzerine kendi damgasını vurmuş olan ileri teknoloji, Yaratıcı, Müzeyyin (tasarlayan/süsleyen), Musavvir (tasvir eden/dekore eden) ve Sani (Sanatçı) olan Allah ile aramıza kalın duvarlar örerek  O‘nu görünmez kılıyor. Araba almak ya da arabasını değiştirmek isteyen herkesin gözü kulağı seri üretim yapan dünyaca ünlü markaların dev fabrikaları ve satış bayilerindedir. Peki ya ilk defa tekerleği icat eden adamlardan Nicholas Cugnot’a, Oliver Evans, Gottlieb Daimler, Frank ve Charles Duryea kardeşler’e kadar “araba” denilen olağanüstü aracı ortaya çıkarmak için gece gündüz kafa yorup beyin emekçiliği yapmış o değerli mucitleri bugün bilen veya hatırlayan kaldı mı? Oysa hiçbirimiz kalkıp günümüzde otomobilin kalite ve fonksiyonlarını geliştirmekte olan firmaların o mucitlerden daha büyük adamlar olduklarını, çünkü sürecin bütünlüğünde daha önemli bir rol oynadıklarını ileri süremez. Onlar arabayı icat etmemiş olsalardı, bugün bütün dünya halkının her gün bir şekilde yararlandığı böylesine dev bir sektör hiç var olmayacaktı. Aynı şekilde teknolojiyi üreten insan beyninin mimarı olan Büyük sanatçı elma ağacını tasarlayıp vücuda getirmemiş olmasaydı, bugün hiç kimse elma adlı meyveyi bilmeyecekti bile... Ama bugün marketlerden paketlenmiş halde elma suyunu alıp içen pek çok çocuk, belki hayatında elma ağacı bile görmemiştir. İstediğiniz kadar anlatın…

    Geceleri saatlerce dini kitaplar okuyup sohbetler ederek ruhsal ve zihinsel olarak doruklara ulaşan insanlar, sabahleyin güneş doğup tüm çirkinliklerin üzerini örten gecenin perdesini kaldırdığında, yüksek teknolojinin dokunmadık, mıncıklamadık yerini bırakmadığı, estetik mağduru olmuş zavallıları andıran yapay dünya ile burun buruna gelirler. Bir günlüğüne yeniden başlayan çalışma yaşamının telaşı her yeri sarmıştır, taksitler, faturalar, dekontlar, okul dersleri vardır, birbiri ile uç uca eklenen işleri yetiştirmek için koşuşturmalar, kulakları sağır eden trafiğin ve kalabalıkların uğultuları vardır, bütün bunların arasında dekolteli giysilerin orasından burasından tırpan gibi fırlayan erotik bölgelerin yaylım ateşleri altında şehvet ve azaptan sıkışıp büzüşenler vardır, erkeklerin şehvetli bakışları arasından geçerken kendini “ölümlüler arasında yürüyen bir tanrıça” gibi hissedenler vardır, mavi göklerin altında işlenen canavarca suçlara tanıklık etmenin yol açtığı tuhaf çelişkiler ve şehirde hırsızları, katilleri, işkencehaneleri, silah depolarını, çeteleri barındıran daha nice toplumsal kovuklar vardır… 

Olanca ışıltıları ile iman ve bu yönde edinilen nurani kuramsal birikim, kuralların kapalı mekanlarında içi daralan, vaat edilmiş olanı değil, peşin olanı seven insan için, son derece kırılgan duygu ve düşüncelerdir. Üstelik, gündüz açık havaya, örneğin çarşıya çıktığınızda, onca insan elinden çıkmış mekanik ve elektronik araç gerecin hayatın yüzüne sıvadığı ruhsuz görüntü ve mekanik gürültülerin içinde belki de un ufak olup gideceklerdir. Bir şeftaliyi ağacının dalından koparıp yiyen adam Allah’ı tefekkür edebilir; peki ya ambalajlı bir paketten şeftali nektarı içen kimseden aynı düşünce seyrini bekleyebilir miyiz? Onu dalından kopardığınızda yaratılışındaki tüm süreçleri düşünebilirsiniz; ancak paketten bardağa döküp şeftali suyu içen adamın aklına bir fabrikanın karmakarışık çarkları arasındaki üretim aşamalarından yükselen gürültülerden başka bir şey gelebilir mi? Kırda dolaşan kimse vahşi çiçeklerin doğallığı içinde Tanrı’yı bulabilir. Peki ya bir parkta oturmakta olan kimse orada belirli yerlere belirli aralıklarla insan kararı ve eliyle dikilmiş çiçek kümelerinin yapaylığında Büyük Sanatçı’yı ne kadar görebilir? Teknolojiye karşı olamam, onu zorunlu görüyorum; ama katılımsız gözlemlerime göre yaşadığımız yüzyılda makineler Allah’ın anlaşılmasının ve hissedilmesinin önüne en kalın perdeyi çekiyorlar. Çünkü bizimle o varlığı kesin, ama tanımı yapılamayan “sınırsız güzellik güneşi”nin arasına girip aklımız ve ruhumuz üzerinde kocaman bir gölge oluşturuyorlar. Caddeler, sokaklar, evlerimiz ve geri kalan her yer bedenimizi ve zihnimizi tembelleştiren makinelerle doludur. Dahası belediyenin şehrin çeşitli yerlerinde ya da özel mülklerde karşılaştığımız park ve bahçe düzenlemelerinin de aynı etkinin olduğu söylenebilir. Çünkü ağaçların ve çiçeklerin nerelere dikileceği, örneğin taş ve kaya gibi diğer dekorasyon malzemelerinin nerelere hangi şekillerde yerleştirileceği önceden planlanmış olduğu için, sonunda ortaya çıkan insansı sentetik eserler (çoğu kez büyüleyici bir güzellikte tasarlanmış olmakla birlikte) insan elinin bıraktığı o nizami, yapay ve teknik manzarayı açık bir biçimde yansıtmaktadırlar. Beri yandan, makineleri ve şehrin bütün çevre düzenlemelerini insanların yaptığını bildiğimiz için, baktığımız hiçbir yerde Tanrı’nın varlık ve etkinliğini hissedemez hale geliyoruz. Her yeri kaplayan teknolojik yapaylık insanların bilinçaltına varlıkları Allah’ın değil, insanın yarattığı yanılsamasını pompalıyor; oysa burada insanın yaptığı iş, anlamlı ve yararlı teknolojik ürünler icat etmek üzere Tanrı’nın verdiği malzemeleri kullanmakla sınırlıdır. Yüce Dost’un kendini anlatmak için söylediği sözleri hatırlayalım lütfen: “Yüzünüzü hangi tarafa çevirip bakarsanız bakın, O (bütün ihtişamı ve şefkatiyle) oradadır.” Bilmiyoruz ki, O bitimsiz bir üst akıl, güzellik ve merhametle dolu Yüce Sultan’ın içinde yüzüyoruz, dışına çıkamayız, hiçbir yere gidemeyiz. Denizin içindeki balık sudan kaçamaz; ama suyun içinde olduğunu ve oradan çıktığı zaman öleceğini de bilemez, öyle değil mi?

 

 

 

 

 

 

 

   

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mert Aslan Arşivi