
O, Git demişti
İnsanı insan yapan en özel duygu kuşkusuz ki sevgidir. Öyle derin öyle sonsuz olmalıdır ki bu sevgi daha karşınızdakini tanımadan acısını duyumsayabilmeli, sevincini tüm yüreğinizde paylaşabilmelisiniz.
Kıtalara hüküm süren bir imparatorluğun hamuruyla yoğrulmuş memleketimiz de bu samimi ve sonsuz sevgiyi doyasıya yaşamak mümkün. En son Filistin’e yapılan salıdırlar da bu gerçek daha bir gün yüzüne çıktı. Bir an düşünün bizler dışında kaç ülke Filistinli kardeşleri için göz yaşı döktü.?
Yalnızca kucakladığımız Filistinli kardeşlerimizi değildi muhakkak. Tüm Dünya’da nerde zulüm, nerde cefa varsa yanlarında olamasak bile yüreklerimiz acı çekenlerle olmadı mı?
Anadolu dışında kaç memleket bugün Uygur Türkleri için üzülüp, Çeçen mücahitlere dua gönderirken, yediği yemekte Afrika’da ki aç çocukları aklına gelince lokmalar boğazına dizildi?.Mevlanaları, Yunusların yetiştiği bu diyarların insanından başka bir davranışta beklenemezdi kuşkusuz.
Anadolu’nun, insan sevgisini taşıdığı kanda duyumsayan alperen evlatlarının son başarısıysa Türkçe olimpiyatlarıydı. Her renkten, her dilden insanlar sevginin ve emeğin birleşimi bu organizasyonda buluştu.
Türkçe olimpiyatlarını izlerken sahabeleri hatırladım. Yeryüzünün en seçkin insanı peygamber efendimizin “Git” sözüyle insanlığa en büyük müjde ve en hakiki yol olan İslamiyet’i anlatmak için bilmedikleri diyarlar hicret eden her biri birer yıldız olan o kutlu insanları düşündüm.
Onların ışığında, bugün Dünya’nın dört bir yanında Türkçeyi, İslamiyet’i kısacası Anadolu’yu anlatan ve eğitim gibi kutsal bir görevi gerçekleştiren, sahabe izinden giden vatan evlatlarının başarılarıyla gurur duydum.
Hâlbuki ne kadar zordu başardıkları. Bırakın şehir, mahalle değiştirirken bunalıma giren bizlere inat, adını duymadıkları memleketlere peygamberin “Git” çağrısına hürmeten tüm sevdiklerini arkada bırakıp gidiyorlardı. Gittikleri yoldaysa gidip dönmemek, dönüp bulmamak vardı. Dönmeyenlerde oldu, dönüp bulamadıkları da ama yılmadılar, davarlından vazgeçmediler.
Bu eşsiz ve samimi sevgiye hitaben, Peygamber Efendimizin aramızdan bedeninin ayrıldığı bu hüzünlü günde, Mert Hoca’mın “Hz. Muhammed Yaşıyor Mu” isimli kitabından her okuduğumda gözyaşlarıma hâkim olamadığım, dönüşü olmayan bir gidişin yaşanmış hikâyesini paylaşmak istiyorum sizlerle.
Gerçek bir vatanseverin, ihsanlı bir eğitim gönüllüsünün en önemlisi samimi bir peygamber aşığı olan Cemil’e ve onun Hak yolunda giden dava arkadaşlarına sonsuz selam ve muhabbetle…
Anadolu kadını… Onu dinledikçe hak vermiş ve: “Git oğlum!” demişti. O gün Bilecik istasyonunda, oğlunu cepheye uğurlayan bir anayı andırıyordu. O da, Sibirya’nın buz iklimine Anadolu’dan sıcacık bir esinti olarak gitmişti.
Sonra, ayağa kalktı. Çantasından, bir çalar saat çıkardı. “Madem öyle, ben de sana kendi saatimi bırakayım. Bu, herhangi bir saat değil ha! Kalbimin nabızları ile beraber atar. Bu halkalar da benim eserim” diyerek saatini ona verdi.
“Yavrum!” diye inledi ve ağır ağır doğruldu yatağından. Saat, “T” halkasının gösterdiği noktaya geliyordu. “Bu gece, sahibin uyandırdı beni. Sana ihtiyaç kalmadı” diyerek saatin düğmesini kapattı. Abdest alıp seccadesini serdiğinde, gözü bir kez daha saate takıldı. Akreple yelkovan, yerlerinde duruyordu. Üçe on kalayı göstermekte olan saati eline alıp baktı. Hayret! Cemil’in saati durmuştu. Anlatılmaz duygularla: “Yavrum!” dedi. “Nereden bildin saatin durduğunu da gelip anacığını uyandırdın?” Huşu içinde, Hakk”ın huzuruna durdu. O gece, içini ayrı bir hal kapladı. Sabaha kadar, dua dua yalvardı Allah’a. Birkaç gün sonra, ürkek dokunuşlarla kapısı çalınmaya başladı. Eski evin merdivenlerini gıcırdata gıcırdata inip kapıyı açtı. Karşısında, nur yüzlü iki genç duruyordu. Uzun boylu olanı, ancak duyulacak bir sesle: “Hasibe Anne siz misiniz?” diye sordu. “Evet…” “İçeriye girebilir miyiz Hasibe Anne? Biz Cemil’in arkadaşlarıyız.” Hasibe Annenin gözleri parladı. Sevinçli bir telaşla: “Tabii tabii! Buyurun evladım!” dedi. Ardından, heyecanla sordu: “Cemil… Cemil de geldi mi? O nerede?” “O gelmedi Hasibe Anne…” “Ama, bu elinizdeki onun çantası?!” İkisinin bakışları da, çaresiz yere indi. Bu ne çetin bir şeydi! İlk konuşan, kendini zar zor toparladı. “Hasibe Anne… Evet, bu onun çantası; ama…” Devamını getiremedi. Acılı kelimeler, yaş olup indi gözlerinden. Hasibe Anne, her şeyi anlamıştı bile. Gözyaşının dilini, bir anneden daha iyi kim bilebilirdi ki?! Olduğu yere yıkıldı. Sonradan, ağlayışları kim bilir ne kadar sürecekti! O an, derin bir tevekkül içinde: “Allah’tan geldik; yine O’na döneceğiz” ayetini okudu. Sonra: “Nasıl oldu?” diye sordu. “Biraz hastaydı. Doktora götürdük. İlk başta, durumu iyiye gidiyordu. O akşam da çok iyi görünüyordu. Hatta, öğrencileri ziyaretine gelmişlerdi. Onlar gittikten sonra, ‘Kendimi yordum galiba’ diyerek odasına çekildi ve bir daha uyanmadı.” “Peki ya naaşı?” Yine bir gözyaşı nöbetine tutuldu Hasibe Anne. Devamını getiremedi. Uzun boylu olan genç, kendisine bazı kağıtlar uzatarak: “Sabahleyin, naşının başında bunları bulduk. Vefat edeceğini önceden anlamış gibiydi. Hemen ertesi gün öldüğü topraklara gömülmek istediğini yazmış bu sayfalara. Biz de, oğlunuzun bu denli ısrarla istediği bir şeyi geri çeviremezdik. Bu yüzden, onu okulumuzun bahçesine defnettik. Çok sevdiği öğrencilerini seslerini duyabileceği bir yere…” Sonra, cebinden köstekli bir saat ve bir zarf çıkarıp Hasibe Anneye uzattı. “Bunları da size bırakmış Hasibe Anne. Bu, oğlunuzun saati, bu da size yazmış olduğu son mektup…” dedi. Hasibe Anne, saati avucuna alacak şekilde zincirini koluna doladı. Ardından, titreyen elleri ile mektubu aldı; dudaklarına götürüp öptü ve uzun uzun ağladı. Her şeye rağmen nezaketini koruyarak: “İzin verir misiniz evlatlarım?” dedi ve kalktı. Oğluyla son kez konuştukları sedirin üzerine oturdu. Oğlunun başı dizinde, gitmeden önce söylediği sözler bir kere daha çınladı kulaklarında: “Artık bundan böyle, sana dua etmek, ban da bir küheylan gibi çatlayıncaya kadar koşturmak düşer. Ve belki de bir gün, cennette zümrütten sedirlerde otururuz anne! Ben, yine başımı böyle dayarım dizine. Sen de bir yandan saçlarımı okşar, bir yandan da ninniler söylersin bana. Bir anne için evladının başını dizlerine yatırarak okşamak ve bir evlat için de zaman sınırları olmayan bir dünyada annesinin içten ninnisini dinlemek ne muhteşem bir duygu!” Zorlukla açtı oğlunun mektubunu. “Anacığım!” diye başlıyordu Cemil. “Bu mektubu, ömrüm bitmeden tamamlayabileceğimden emin değilim. Doğrusu, bu mektubun ikimizin arasında bir sır olarak kalmasını isterim. Meğer buralar ne soğukmuş anne! İliklerim dondu! Üşüyorum, hem de çok üşüyorum! Şu sırada, bu mektubu hasta yatağımdan yazıyorum sana. Akşamüstü, öğrencilerim ziyaretime geldiler. Şifa bulmak için, dua etmelerini istedim. Bir dua edişleri vardı ki anne, görmeni çok arzu ederdim. Demek istediğim şu ki, bin tane canım olsaydı ve bin tanesinin de bu dondurucu soğukta buz keseceğini bilseydim, yine de buralara gelirdim anne… Bu akşam, seni çok aradım. Burada olsaydın, nane-limon kaynatır, beni terletirdin; ne var ki, artık burada olmayışına yanmıyorum. Nedenini bilmeye hakkın var, biliyorum: Bir ara dalmıştım. Birden, odamın kapısı açıldı. İçeriye, nurdan bir abide girdi. O, Güllerin Efendisi idi. Görür görmez ayağa fırlamak istedim; ama kalkamadım. Dermanım yoktu. ‘Üşüdün mü Cemil’im? Çok mu üşüdün?’ dedi. Bana, ‘Cemil’im’ dedi anne… ‘Cemil’im’ dedi… Üstünden kendi hırkasını çıkarıp, bana giydirdi ve ardından da: ‘Gel’ dedi. ‘Artık, sonsuza dek üşümeyeceksin.’ Davetine uyup gideceğim anne. Giderken, belki sana da uğrarım. Benim için üzülme lütfen. Ben de, senin için üzülmeyeceğim. Beni uğurlarken, ‘Allah’a emanet ol!’ demiştin ya… Şimdi, ben de seni O’na ve Sevgilisine emanet ediyorum. Bana bir Fatiha oku ve Allah’a emanet ol anneciğim…’”
Oğlun CEMİL
Mektup düştü ellerinden Hasibe Annenin. Dudakları, istem dışı kımıldadı. Şimdi fatiha okuyordu Cemil’e. Kulaklarına, ninni söylüyormuş gibiydi. Ellerini yüzüne sürerken, gözleri Cemil’ine verdiği ata yadigarı saate takıldı. Saat, üçe on kalanın üzerinde durmuştu…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.