Bir ara köşe yazılarımdan birinde, insanın insana ayıracak vaktinin kalmadığı teması üzerinde durmuştum. Olayı öne almak ve ortaya yanlış koymakla hata ettiğim için üzgünüm ve başta yazımın muhatapları olmak üzere kendimden özür diliyorum. Çünkü sonradan farkına vardım ki, daha kötüsünü de yapıyormuşuz... Meğer bizim Allah’a ayıracak vaktimiz de yokmuş… Allah’ın bize yapmış olduğu günlük beş buluşma teklifinde oflaya puflaya gidip önünde durduğumuz vakit aklımız hep gerideki yarım bırakılmış işlerimizde kalıyor ve “Şuradan bir an önce gitsem de işlerimi halletsem…” diye sabırsızlanıyormuşuz…
İbadeti işçiler ve memurlar gibi korkudan ya da ticari bir zihniyetle yapan, başka bir deyişle işin özünde yalnızca Cehennem’e gitmekten korkan ya da Cennet’i kazanmayı ümit eden bu bizlerin, önceden belirlenmiş o buluşma vakitlerinde elimizden gelse bir bahane uydurup “Üzgünüm Allah’ım, meşgulüm, sonra görüşelim.” diyerek O’nu atlatmaktan çekinmeyeceğimizi öne sürmekte bir sakınca olduğunu sanmıyorum. Daha kötüsü, bizim tavrımız belki de aynen o anlama geliyor. Bu sorun, hepimizin içindedir. Allah’a ayıracak vaktimiz kalmamış…
Oysaki “Müslüman” Allah ve Resulü ile bir çeşit aşk ilişkisi yaşayan ve her ne kadar meşgul olursa olsun, o gerçek sevgililerine özel vakitler ayıran ve başkalarına onlardan söz etmeden duramayan kimsedir. En kötü olasılıkla işi gereği ağzı gece gündüz başka şeyler konuşmak zorunda kalsa veya en ağır baskı ve işkencelerle susturulmaya çalışılsa, kapalı ağzındaki dili onlara sevgi sözleri fısıldamak için dışarıdan anlaşılmayacak şekilde muhakkak kımıldanıyordur, hatta onu da yapamaz hale gelmiş olsa bu kez özlemini kalbi haykırıyordur… Müslüman’ın gerçek gündemi budur, gerisi bu açıdan değer kazanır ve biçimlenir…
Allah’ın Resulü’nün görünüşte ölümünden itibaren başlayan süreçte birbiri ardınca seçilmiş olan dört büyük ve örnek devlet başkanından sonra başlayan “zalim saltanat” döneminde iktidara gelerek iki buçuk yıl içinde bütün İslam coğrafyasını müthiş bir hızla imar edip kırık dökük tüm kalpleri tamir etmekle “dört büyük devlet başkanının beşincisi” olarak unvanlandırılan ve yönetimdeki imrendirici başarısı, karizmatik kişiliği ve içsel derinliği ile eskiden bu yana özel ve şiirsel bir hayranlık beslediğim sevgili Ömer Bin Abdülaziz’in değerli danışmanlarından Abdurrahman Bin Abdurrahman adlı şahıs için “Namaz kılarken hiç acele etmezdi.” derlerdi. Başka işlerinde hızlı davranan bu adam, özellikle namaz kılarken olabildiğince ağır ve itinalı biriydi. Belli ki, aşkın kanununu anlamış ve “Büyük Sevgili” ile buluşmanın tadına ermişti.
Oysa biz bezginlikle iç geçirerek namaza durduğumuzda, yıldırım hızıyla hareket etmeye başlıyoruz. Yemek yerken acelemiz yok, barda kafede acelemiz yok, uykudan uyanmak için acelemiz yok, gezip tozarken acelemiz yok, muhabbet ederken acelemiz yok, sevişirken hiç acelemiz yok… Bütün bunların hakkını vermekte de bayağı uzman ve itinalıyız; ancak iş elimizdeki tüm mülklerin asıl sahibi, sonsuz derecede güzel olmakla yaşadığımız tüm güzellik ve güzel anların da kaynağı, bize annemiz ve babamızdan daha yoğun bir merhametle bakan Sahip Allah’a gelince birdenbire mekanikleşiyoruz.
Namaz kılarken birer makine gibiyiz. Takdir edersiniz ki, bir makinenin duyguları yoktur.
Bakın! İslamiyet bir yönüyle teknik özellikleri ve yönetsel önerileri olan bir din olmakla birlikte, ruhu ve duyguları da olan bir dindir. O, bize sadece dünyevi olanın değil, dünyanın dışında, üzerinde ve ölümün ardında bekleyen sınırsız, sonsuz gerçeklerin bilgisini de sunar. O zaman zaman içiniz acıtmıyor, kalbinizi buğulanmıyor ve gözlerinizden yanaklarınıza doğru yaşlar akıtamıyorsa, korkunç bir yanılgı içindeyiz demektir. Çünkü içinde olduğumuzu sandığımız yere, aslında hiç uğramamışızdır besbelli…
Hiçbirimiz kusursuz değiliz. Bazen bilerek ya da bilmeyerek ciddi hatalar yapabiliyoruz, koşarken farkına varmadan birilerinin ayağına basıp gönüllerini yıkabiliyoruz. Geriye dönüp baktığımız zaman, hiç gurur duymadığımız işlerle burun buruna geliyoruz.
Her ne kadar insanın kalbini kırmak Allah’ı kırmak anlamına gelse de, bunların en kötüsü Büyük Sevgili olan Allah’ın gönlünü yıkmaktır. O’nunla buluşmaya giderken huzuruna kaç kez gönüllü ve özlem duyarak gittik, kaç kez orada biraz daha kalmayı arzu ettik? Aramızda kendisine böyle bir şeyin olduğunu hatırlayan var mı acaba?
Keşke geçmişi silebilen bir silgi icat edilebilmiş olsaydı…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.