
Mert Aslan
KURŞUNLARIMIZ SÖZLERİMİZ OLSUN
Yayınlanma:
Bir TV kanalında, hapishanenin birindeki mahkumların yaşam öykülerini konu alan bir program izlemiştim. Orta yaşlı bir mahkum hapishaneye düşme serencamını anlatırken şunları söylemişti: “Köyde oturuyorduk. Komşularımızdan biri, bizim tarlanın sınırını ihlal edecek şekilde bir kazık çakmıştı. Yani “Toprak, buradan itibaren benimdir.” demek istiyordu. Babam kazığı söküp attı. Ertesi gün, kazık aynı noktaya yeniden çakılmıştı. Derken aralarındaki anlaşmazlık kavgaya dönüştü ve babamı silahla vurup öldürdüler. Ben de gidip onların babasını öldürdüm. Onlar toplanıp geldiler ve kardeşlerimi öldürdüler. Biz yine karşılık verince, sonunda iki taraftan beş-altı kişi hayatını kaybetti. Şimdi düşünüp düşünüp diyorum ki: “Babacığım! Ne olurdu o kazık yerinde dursaydı da, hiç kimse ölmeseydi!”
“Devlet” denilen aygıtın kuruluş felsefesinin özünde, olası her türlü kargaşadan düzenli ve barışçıl bir toplumsal yaşama geçiş gibi ulvi gerekçeler yatmaktadır. Görünüşe göre, devletin varlık nedeni düzeni sağlamak ve sorunları çözmektir.
Cumhuriyetin başlangıcından günümüze değin sayısız sorunlar çıkmış ve devlet onları bir şekilde çözmüştür. Bağlam açısından bakıldığında, devlet adamlarının en bariz vasıflarının “serinkanlı ve uzlaşmacı bir karakter” olması beklenir. Daha doğrusu, devlet kavramının mantıksal çıkış noktasına uygun birer kişiliğe sahip olmaları gerekir.
Bugünkü manzaraya baktığımız zaman ise, ne yazık ki bunun tam tersi ile karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Muhalefet liderlerinin sorunlar karşısında verdikleri tepkiler inanılmaz derecede sorumsuzluk çağrışımları yapıyor. Ne zaman bir sorun çıksa, artık birbirlerine ikiz kardeşler kadar yakınlaşmış bulunan 2 D’nin (Deniz Baykal ve Devlet Bahçeli) tavırları sorunun çözümüne değil, ama maksimum düzeyde körüklenip azdırılmasına yönelik oluyor. Bu millet, bugüne dek Deniz Baykal’ın ağzından hayırlı ve huzurlu bir söz duymamıştır. Zihninde “kamplaşma”, “gerilim”, “çatışma”, “kriz”, “tehlike”, “bunalım”, “korku” gibi bazı uğursuz kelimeleri otomatiğe bağlamış, gücü yettiğince saydırıp duruyor. Daha vahim olan ise, son zamanlarda Devlet Bahçeli gibi vatanperver diye nam salmış bazı kimselerin ağzını da kendisinin o iflah olmaz bozuk ağzına hayli benzetmiş olmasıdır. Bir süredir, onlar da kriz borazanlığı yapmaya başlamış durumdalar. Hatta kriz naraları atmaları için, ortada bir kriz olmasına bile gerek olmadığını görmek insanın canını yakıyor. Öyle ki, artık Devlet Bey konuşurken Deniz Bey’i dinler gibi oluyoruz; oysa biz sade yurttaşlar olarak isterdik ki, memlekette bir sorun baş gösterdiği vakit çıkıp “Evet, bir sorun vardır; ama çözmek için hep birlikte çaba harcayacağız ve bir şekilde çözeceğiz, paniğe gerek yok…” desinler, kriz tellallığı yapmasınlar, olmayan krizler icat etmesinler, uydurdukları kriz senaryolarından iktidar koltuğu devşirmeye çalışmasınlar,“Ülkemde bunalım olmasın da, ben de iktidar olmayayım. Bu millete acılar yaşatacak bir bunalım ve çatışmadan gelecek iktidarın koltuklarına lanet olsun!” diyebilsinler… Bir gün bu efendilik kıvamına ulaşırlarsa, halk oy sandığına gittiğinde onlara beklediklerinden daha fazlasını verecektir. Çünkü bu millet, “efendi” adamları gerçekten çok sever…
Bir sorunu görmezden gelerek zamanın kollarına bırakmak, bazen sanıldığından daha iyi bir çözüm yolu olabilir; oysa 12 Eylül’den önce beş bin dolayında fidan gibi gencimizi kaybettik. Neredeyse 28 yıldır süren Türk-Kürt çatışmasında, otuz binin üzerinde insanımızı kaybettik. Ülkesini canından aziz bilen biri olarak bazen kavga ile heba ettiğimiz paralarımızı, enerjimizi ve yıllarımızı düşündüğüm zaman kendi kendime: “Keşke biraz daha sorumlu davranıp ülkemizi çoktan bir demokrasi cennetine dönüştürebilmiş olsaydık. Keşke sorunları ve silahları oldukları yerde bırakıp ağzımıza geleni özgürce konuşsaydık da, hiç kimse ölmeseydi. Keşke kurşunlarımız kelimelerimiz olsaydı da, tüm enerjimizi kendi gelişimimize harcayarak dünyanın yıldızı haline getirdiğimiz hür ve zengin bir ülkede yaşıyor olsaydık!” demekten kendimi alamıyorum. İşte oraya varabilmiş olsaydık, belki refahın yatıştırıcı etkisiyle şiddete yönelik tüm eğilimlerimiz bir şekilde körelmiş olacaktı.
Nihayet hemen hemen bütün bu sorunların temelinde işlev gören etkenlerin başında, ekonomik endişelerle ortaya çıkan eşitsizlik itirazlarının bulunduğu düşüncesi, muhkem bir hüküm olmuş gibi görünmektedir. Bir yerde herkes yoksulsa her bir birey diğerleri için bir tehlike unsuru olacağı için, hiç kimse yatağında rahat uyuyamaz. Temel gereksinimler üzerinde bir paylaşım savaşı kaçınılmaz olur. Herkesin yeteri kadar varlıklı olduğu bir yerde ise, yalnızca refahın fazlalıkları paylaşılır. Avrupa’da reform hareketleri, coğrafi keşiflerle birlikte toplumun refah düzeyinin yükselişine bağlı olarak ortaya çıkan Rönesans’ın bir uzantısı değil midir? O kural, her yerde geçerlidir. Hiç kimse zengin bir toplumu kışkırtıp güdemez. Tam tersine, zengin toplumlar kendi sistemlerini üretirler. Çünkü zenginler semt pazarındaki sivri biberin fiyatının 5 kuruş artmış olmasını konuşmazlar, doyurucu yemeklerin arkasından yumuşak koltuklarına yaslanıp ayak ayak üstüne atarak kahvelerini yudumlarken kitap okur, sanat, edebiyat, siyaset üzerine yığınak yapar, rejimi, devleti, devlet adamlarını eleştirirler. Paralarını ve bilgilerini kullanarak, hesap sormaya yarayacak olanak ve araçları üretebilir.
Bugün, kişi başına düşen milli gelirimiz on bir bin dolar civarındadır. Bu rakam yirmi bin doları aştığı zaman, bugün tartıştığımız birçok sorun çoktan yitip gitmiş olacaktır.
Şimdi her birimize, özellikle de siyasi liderlerimize düşen büyük sorumluluk, en azından kargaşadan, çatışmadan ve yıkımdan gelecek makamlarda rahat yaşayamayacağımızı anlamaktır.
Henüz akşam olmadı. Vaktimiz var…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.