İSLAM'IN SİYASAL POZİSYONU ÜZERİNE

İslamiyet -siyaset ilişkisi, çok uzun ve karmaşık bir sorundur. Siyaset kavramına nereden ve
nasıl baktığınıza göre farklı yönlerde dallanıp budaklanır. Biz burada sadece politika yoluyla iktidara gelmiş ya da gelmeyi hedefleyen bir Müslüman’ın inançları ile kamu yönetimi anlayışı arasındaki pratik ilişkinin hareketleri üzerine birkaç şey söylemekle yetineceğiz. Öncelikle bilinmelidir ki, doğduğu ilk günden tüm Arap yarımadasının denetimi altına alıncaya kadar geçen yirmi üç yıllık heyecan verici serüveni boyunca İslam’ın şahsında Hz.Muhammed’in yaptığı her hamle ve hareketin altında çarpıcı düzeyde bir diplomatik aklın işlediğini belirtmek gerekir.
İslam’ın bireysel ilişkilerden uluslar arası ilişkilere kadar uzanan bir yelpazede kendine özgü, son derece mantıklı ve insan haklarını önceleyen bir siyaset ve diplomasi anlayışı getirmiş olduğunu gözönüne aldığımız zaman, üst düzeyde duyarlı bir Müslüman’ın kamu yönetiminde yer alması halinde etkisiz ya da sessiz eleman gibi durmasının olanaksızlığını da aşağı yukarı kavramış oluruz. Çünkü burada esas olarak kabul edilen temel insani ilke ve meziyetler, ilginç bir biçimde devlet-toplum ilişkilerine ve ulurlar arası ilişkilere dek uygulama alanı bulmaktadır.
Devlet adamı günlük yaşamında insanlara yalan söylemeyeceği gibi, topluma da yalan
söylemeyecektir. Kişilere verdiği sözleri tutacağı gibi, topluma verdiği sözleri de tutacaktır.
Kişilerin kendisine emanet ettiği şeylere ihanet etmeyeceği gibi, en büyük emanet sayılan iktidara ve kamunun mal ve hazinesine de ihanet etmeyecektir. Bunlar Allah ve Resulü’nün en önemli emirlerindendir. Şimdi bütün bunları Allah’ın gönlünü ve sonsuz güzelliğini kazanmak arzusuyla yerine getiren bir devlet adamı, devleti din esaslarına mı dayandırmış olmaktadır? Ya da bunların tersini yaptığı zaman takdir edilmesi gereken çağdaş ve örnek bir “laik” mi olmaktadır? Altınlarla dolu bir odanın içine koysalar af kapsamı dışında tutulmuş olan bir “insan hakkı gaspı” olduğu için bir tek altın
çalmayacağından emin olan bir insan, emanet aldığı takdirde doğal olarak devletin hazinesinden bir kuruş yemeyip yedirmemeyi de dininin bir emri olarak görecek ve uyguluyacaktır. Şu halde “devleti din kurallarına uydurmamak için” bunun tersini mi yapmalıdır?
Demek istediğim şu ki, kamu yönetiminde bulunan bir Müslüman’a “Din işleri ile devlet
işlerini birbirine karıştırma!” denmez. Karıştırmak zorundadır. Sadece devlet işiyle de değil, her şeyle karıştırmak zorundadır. Çünkü İslamiyet sadece Allah’la kul arasında kalan duygusal bir bağ değildir.
Onun elinin değdiği her şeyde ruhani ve şiirsel bir güzellik oluşur elbette; ancak dediğimiz gibi aynı zamanda yaşamın irili ufaklı bütün alanlarına ilişkin emir ve yasaklar getirmiştir. Getirmiş olduğu bu emir ve yasakların en önemli özellikleri ise, salt insanın evrensel doğasına ve aklına uygun oldukları için vazgeçilmez olmalarıdır. Sözgelimi “Felaketler Asrının Adamı” Kur’an’ın bütün hükümlerinin rasyonalitesini akıl yoluyla saptadığını iddia etmiş ve bu yönde sorularla gelen kimseleri çok sağlam delilleri içeren yanıtlarla ikna etmeyi kolaylıkla başarmıştır. İslam’da akla aykırı bir şey bulunamaz;
fakat aklı aşan şeyler vardır. Böylece kendisi aklı aşan nakilleri bile akıl yoluyla kanıtlamış olmakla, aynı zamanda Rabbani bir İslam bilgini olduğunu da kanıtlamış olmaktadır.
Özetlemeye çalışalım: İslamiyet’in makro-siyasal bakış açısı, akıl, diplomasi ve adalet
parametrelerinin en uygun kompozisyonlarına dayanmaktadır.
Günlük politikaya gelince… Kuşkusuz omzuna evrensel bir mesaj olan “İslamiyet’i
yaşama ve anlatma” misyonu yüklenmiş olan her bir Müslüman’ın ikinci görevinin hedef kitlesini daraltan şahsi siyasal parti fanatizminden uzak durmasında fayda vardır. Bireysel ve özellikle dekitlesel (cemaat) olarak belirli bir siyasal parti desteklense bile (ki bu noktada daha demokrat bir düzen adına taraf olunabilir ve olunmalıdır), ilkesel açıdan bu tavır genel olarak aktif siyasetin içine girip kirine tozuna bulaşmadan seçim vaktinde sandıkta ağırlık koymakla sınırlı kalmalı, diğer siyasal partilerin taraftarlarına kötü gözle bakılmamalı, onlarla insani ilişkiler ve dostluklar sürdürülmelidir.
Çünkü insan olarak herkes eşit ve saygıdeğerdir. Üstelik neredeyse sayısız değişkene bağlı olarak kişiden kişiye değişen siyasi görüşler dinden bir parça değildir. Her kim siyasi görüşünü her şeyin üstünde olması gereken İslamiyet’in bir parçası gibi görüyor, gösteriyor ve bunu da ayet ve hadislerle temellendirmeye çalışıyorsa, onun samimi bir Müslüman olduğundan şüphelenmek zorundayız.
Çünkü bu din kısa bir zaman önce onunla ve partisi ile başlamamış, on dört yüzyıl önce Allah tarafından Hz. Muhammed’e vahyedilmiştir. Ayrıca, varlığını korumak, gelişmek, kendini savunmak ve bütün aydınlığı ile egemen olmak için kendilerine gereksinim duymaz. Bilakis genelde en güzel insan ahlakına sahip olmak, özelde ise her inançtan insan, hatta inancı olmayan kimseler için bile “en güvenli liman” olmak, yani “güvenilirlik”, Allah’ın elçisinin en büyük sünnetlerinin başında gelir. İyi bir kalple bu imaj ve formasyonu taşıyorsanız, İslamiyet’i temsil edebilir ve anlatabilirsiniz. Böylece insanlar size güven ve sevgi duyar, konuştuğunuz zaman dikkatle dinler. İnsanlara samimi birer dost ve yardımcı olamazsanız, “Ben doğru yoldayım, düşün peşime!” dercesine önlerine düşüp koşamaya başlarsanız, birtakım insanlar gaza gelip bir süre koşsa bile bu uzun sürmez. İslam, “barış”, “güvenilirlik” ve “sevgi” demektir. Nitekim uygulamaya baktığımız zaman, bu üç kavramın Hz. Muhammed’in yaşam biçiminde hakim renkleri oluşturduğunu görüyoruz.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mert Aslan Arşivi