İslamın ikinci rönesansı Türkiyenin elindedir

Afrika Kıtası’ndan ünlü bir devlet adamının şu sözlerini çok ilginç bulurum: “Batılılar topraklarımıza geldikleri zaman, ellerinde İnciller vardı. Bizden gözlerimizi kapatmamızı istediler. Gözlerimizi açtığımızda bizim ellerimizde onların İncilleri, onların elinde ise bizim topraklarımızın tapuları vardı.”

 

Roger Garaudy ise, şöyle der: “Bugün dünyadaki yeraltı ve yerüstü kaynaklarının beşte dördü dünya nüfusunun beşte biri tarafından tüketilmekte, beşte biri de beşte dördü tarafından paylaşılmaya çalışılmaktadır. Batının büyüme ve gelişme modeli, her gün yirmi beş bin kişinin açlıktan ölmesine neden olmaktadır. Bu, yeryüzünün en korkunç günahıdır.”

Gidenler bilirler; Paris’in altında, “metro” diye adlandırılan, neredeyse ikinci bir Paris daha vardır. Eski bir tarihi olan metronun kazı çalışmalarının ameleliğini yapanlar, Fransa’nın Cezayir’i işgalinin ardından oradan alıp götürdüğü Müslüman esirler olmuştur. O ağır ve yorucu kazı çalışmaları sırasında, sayısız Müslüman esirin kırbaçlar altında can verdiğini bilmeyen birinin olduğunu sanmıyorum.

 

Bugün Afrika ülkelerinde pek çok verimli ya da önemli arazinin mülkiyeti, hala Avrupalı birtakım zenginlerin elindedir. Örneğin kıtadaki ülkelerden biri olan Malawi’de ayrı parçalar halinde on binlerce hektarlık çay bahçeleri vardır ki, tapuları İngiltere’de şatolarda yaşayan kimi zenginlere aittir ve yerli halktan insanları günlük bir dolara çalıştırdıkları o çay bahçelerinden ülkelerindeki kişisel banka hesaplarına milyonlarca dolar akmaktadır.

 

Zamanında orada silah zoruyla paşalar gibi hüküm sürmüş, vurmuş, kırmış, dağıtmış, yeraltı ve yerüstü kaynaklarına zorla el koymuşlar, hızlarını alamayıp giderayak tapuları da ceplerine indirmişlerdir. Ara sıra, Avrupa ve Birleşik Devletler’deki bazı ünlü şarkıcıların, oyuncuların ve futbolcuların Afrika ülkelerindeki yoksullar için bağış toplama amaçlı konserler verdiklerini duyuyoruz. Sanırım, Angelina Jolly’nin “Notes From My Travels” (Gezilerimden Notlar) adlı bir kitap yazarak telif ücretlerini oradaki aç insanlara bağışladığını dünyada duymayan kalmamıştır. Bu insanlar yardımları içlerinden gelerek yapıyor olabilirler; ama büyük babalarının ve o ülkelerin içinden ellerini hala çekmemiş olan bugünkü zenginlerinin ve bürokratik elitlerinin günahları affedilir gibi değildir. O günden bugüne hiçbir Afrika ülkesinin iç barış ve istikrara kavuşamamış olmasının sebebi ne olabilir dersiniz? O ülkelerde Avrupa ülkelerinin ve Amerika’nın hem askeri birlikleri vardır, hem de ajanları her tarafta cirit atıyor da ondan… Ve Onların başlıca görevi, mevcut sömürü çarkının devam etmesi için o ülkelerde iç savaşlar çıkarmak, insanları birbirine kırdırmak, böylece iç barış ve politik istikrarın kurulmasına meydan vermemektir.

 

İç barış ve siyasi istikrar, ekonomik güç ve refahın yeşereceği münbit bir ortam demektir, zenginlik demektir. Bir ülke zengin olduğunda ise, sesi uluslar arası platformlarda daha gür ve küstahça çıkmaya başlayacaktır.

 

Türkiye’nin bu tür müdahalelerden beri olduğunu zannedenler var mıdır içimizde bilmem; ancak burada da hep aynı şeyleri görmekten midemiz bulanmadı mı artık? Tek tek tüm etnik, dini, mezhebi ve siyasal kesimler birbirlerine karşı sürekli önyargılarla, korkularla doldurulmuyor mu? Birbirlerinden nefret eder hale gelen insanlar, aralarına kalın duvarlar örüyorlar, birbirlerinden kaçıyorlar. Geriye bir tek iletişim biçimi kalıyor: Çatışma…

Türkiye bir yandan gittikçe azdırılan Türk-Kürt arbedesinin yaralarını sarmaya ve on yıllardır pompalanan yersiz korkuları yatıştırıp iç huzurunu kurmaya çalışırken, diğer yandan “sıfır problem” politikası kapsamında yakın ve uzak çevresindeki tüm ülkelerle çizgileri olabildiğince sıklaştırmaya uğraşmaktadır. Son yedi yıl içinde Türk vatandaşlarına vize uygulamasını kaldıran ülkelerin sayısının ellinin üzerine çıkmış olması, bu çabaların tatlı bir meyvesidir.

 

Şimdi biraz geriye dönüp, eskiden bizi nasıl kandırdıklarını anımsayın: “Suriye düşmanımızdır. Irak düşmanımızdır. Yunanistan ezeli düşmanımızdır. Rusya, sıcak denizlere inmeye çalışmaktadır. Etrafımız, bir ateş çemberidir. Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur.” gibi bir sürü korku ve kabus senaryoları… Hala bu zırvaları sağda solda bağıra bağıra savunan bazı küflü tiplerle karşılaşıyoruz.

 

Sözde “ateş çemberi kabusu”, silahlı-apoletli birilerin kafasından çıkmış bir görüşe benzemektedir ve Türk halkını dünyadan koparıp içeride kafalarına göre manipüle edip yönetme isteği doğrultusunda tasarlanmış bir “asimetrik psikolojik harekat” olsa gerektir. Görmek istedikleri şey, içe dönük, korkak, kompleksli ve fakat efendisine sadık bir toplum ve de dış dünyaya tümüyle kapalı bir ekonomik düzendir. Halkın refahı önemli değildir. Zayıf ve geri de olsa, bir devletin olanakları bürokratik elitin yedi sülalesini beslemeye yeter. Küçük olsun, yeter ki onların olsun.

 

Canım ülkem bu kafanın keyfine kalmış olsaydı, şimdi çevresindeki herkesle sorunu olan soluk benizli bir üçüncü dünya diktatoryasının lağımları içinde debeleniyor olurduk; oysa içinde fındık tanesi kadar beyin olmayan bazı sosyal demokrat kafalar hala anlayamıyor olsa da, Türkiye artık etrafındaki tüm anlaşmazlıklarda hemen her ülkenin tereddütsüz kabul ettiği güvenilir bir hakem ve resmen eski Osmanlı coğrafyasına nizam vermeye başlamış olan bölgesel bir süper güç haline gelmiştir. Başbakanın Davos’taki feci çıkışı, yalnızca bu fiili durumu taçlandırmak için yapılmıştır.

 

İkinci Dünya Savaşı’nda ülkelerin gözleri dönmüş halde birbirine girdiği, elli milyon insanın öldüğü, yüz milyona yakın insanın yaralandığı ve sakat kaldığı Avrupa Kıtası’nın bugün nasıl da tek yumruk haline geldiğine iyi bakın ve seksen sene önce savaştığımız bir ülke ile neden hala düşman olduğumuzun mantığını söyleyin bana… Atalarım, örneğin Yunanlılarla haklı olarak savaşmışlar. Bugün ülkemizi işgal etmiş olsalar, biz de aynı savaşın ateş hattına düşünmeden gireriz; ama seksen yıl önce atalarımızın savaştığı bir ulusu ezeli bir düşman ilan etmek, hiçbir dine ya da ahlak anlayışına sığmaz. Geçmişte suçlar işlenmişse eğer, o suçlar işleyenlere aittir, şimdiki kuşaklara değil… Biri çıkıp da düşmanlık duygusunun, kinin, nefretin bir tek faydasını anlatabilirse bana, o zaman Yunanlılara düşman olmayı düşünebilirim. Aksi halde, kişisel olarak Yunanlıların düşmanım olduğunu hiçbir zaman düşünmeyeceğim. En azından ülkeler bazında ekonomik ve ticari işbirliği yapmanın her iki ülkeye de dünya kadar faydası olacağını kim inkar edebilir?

 

Bütün iç-dış müdahalelere ve oyunlara karşın, oldukça iyimserim. Bir ulusun dünyayı iki kez sıkıca tutup sallamasının örneği var mıdır, onu da bilmiyorum. Hamaset nutukları atmayı da, atanları da, sloganik konuşanları da itici bulurum. Yalnız, mevcut ulusal ve uluslar arası konjonktürü doğru okuyabiliyorsam eğer, kuvvetle tahmin ettiğim bir şey tarihin ülkemize ikinci bir egemenlik şansını altın tepsi içinde sunmaya hazırlanmakta olduğudur. Türkiye, yakın bir gelecekte bir istikrar ve cazibe adası olacak ve tarihin akışına ikinci bir sadme vuracaktır…   

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mert Aslan Arşivi