
Mert Aslan
Hangimiz Münafık?
Yayınlanma:
Münafık dendiği zaman aklımıza “dışı başka, içi bambaşka” olan kimseler gelir. Bu açıdan bakıldığında, çoğumuzda biraz nifak alameti olduğunu söylemek yanlış olmayabilir. Doğrudan söylemek gerekirse, çoğumuz biraz münafığız…
Bunun çok basit bir nedeni var: Birçoğumuz tam olarak iman etmiyor veya edemiyor. Eksiksiz iman ettiğimize inanıyorsak da, en azından uygulamalarımız, daha doğrusu genel olarak yaşantımız iman ettiğimiz ilkeleri yeteri kadar desteklemiyor, onlarla yeterince uyum halinde seyretmiyor. Belki de demek oluyor ki, yeterince iman etmemişiz. Etmiş olsaydık eğer, davranışlarımız da inancımızla tatmin edici boyutlarda uyum içinde olurdu. Kuramsal yapı ile uygulamaların birlikteliği ideal olanı doğurur. İdeal olan uygulama ortaya çıkmadığı vakit, kuramsal anlamda da zafiyet geçiriyoruz demektir. Öncelikle, sahiden ve kuşkusuzca inanıp inanmadığımız konusunda kalbimizi ve vicdanımızı sık sık sorgulamamız gerekiyor.
Kendi adıma, kalbimi ve vicdanımı yokladığım zaman huzur duyduğumu asla söyleyemem. Her ne kadar çevremizdeki insanlar bizi “melek” gibi görmek istemekle doğru ve gerçekçi bir beklenti içinde bulunmuyorsa da, özellikle onlarla olan ilişkilerimizde işlediğimiz hataların, bizim şahsımızda, taşıdığımız inanç ilkelerine karşı olan inançlarını sarsıntıya uğratmak gibi bir işlev gördüğünü de fark etmek zorunda olduğumuz muhakkaktır. Çünkü o zaman doğrudan doğruya İslamiyet’e zarar vermiş oluyoruz ki, bu tür olasılıkların çoğaldığı ve kontrolden çıktığı yerde yapılacak en hayırlı iş ya dönüp samimi olarak hatalarını tamir etmeye çalışmak ya da susup kuytu bir köşeye çekilmektir. Hayat o denli zor ve karmaşık ki, hedefe doğru koşarken birilerinin ayağına basıp canını acıtabiliyor ve kırdığımız o kalpleri tamir etme fırsatı bile bulamayabiliyoruz. Ne kadar günahkar ve hatalı olsam da, kişisel olarak incecik camdan bir Müslüman kalbi taşıyorum. Bu yüzden, bilerek veya bilmeyerek kırdığım, tanıdığım ve tanımadığım tüm kalpler için vicdan azabı ve ıstırap içindeyim… Emin olduğum tek şey, inancımda kuşkusuz ve kırdığım kalpler için özür dilemeye ve onları tamir etmeye hazır olduğumdur… Herkes de kendi muhasebesini tutsun…
Genel olarak ele alacak olursak, münafığın kalbi bulanık olduğu için aklı ve mantığı da ayarsızdır.
Herkesin kalbinde doğruları gösteren fıtri bir gözlük vardır ve münafığın içsel gözlüğü bozulmuş durumdadır. Biz ona, “kötü niyet” diyelim. Kötü niyet, insana doğruları eğri büğrü gösterir, çarpık gösterir. O yüzden, Güllerin Efendisi’nin etrafı hep meleklerle ve sahabilerle dolu değildi. Bazıları vardı ki, O’nun iktidar, ihtişamlı bir makam, gösteriş ve kadın peşinde olduğunu düşünüyordu. İnsanları kandırdığını, yalan söylediğini, rol yaptığını, mucizeler gösterdiği zaman cinlerle işbirliği yaptığını veya göz boyadığını sanıyorlardı. Bize tuhaf görünebilir; ama işte tam da bu nedenle, “mutluluk çağı”nda her gün Allah’ın Resulü’nün gül yüzüne bakıp mucizevi söz ve davranışlarına tanıklık ettikleri halde münafık olarak yaşayıp öylece ölmüş kimseler vardı ve bunların sayısı çok da az değildi.
Öncelikle yüksek ahlakı ve diplomasi yeteneği nedeniyle Allah’ın Resulü’nün onlardan biri aleyhinde olumsuz herhangi bir söz söylediğine ilişkin bir kayda rastlayamıyoruz; fakat hepsinin isimlerini liste halinde bir tek sahabiye söylemiş olduğunu biliyoruz: Huzeyfe-Tül Yemani…
Bilindiği üzere, kafir ve münafıkların cenaze namazı kılınmaz. Bu nedenle, Hz. Ebu Bekir devlet başkanı seçildiği zaman ölen Müslümanlardan birinin cenaze namazını kıldırması gerektiğinde, doğal olarak Huzeyfe’ye sorar veya onun tavrına bakardı. O cenaze namazından çekildiği zaman anlardı ki, o kişi bir münafıktır ve kendisi de işi bırakıp alır başını giderdi. Aynı uygulama, Hz. Ömer döneminde devam etti. Hz. Ömer bu kişilerin umduğundan çok olduğunu gördükçe kendi içinde büyük bir sarsıntı geçirmeye başlamıştı.
Bir gün yakın çevreden biri daha ölmüştü. Hz. Ömer namazı kıldırmak için cemaatin önünde yerini almış, ancak arkasına dönüp dönüp göz ucuyla Huzeyfe’ye bakıyordu. Huzeyfe yine saftan çıkıp oradan uzaklaşmaya başlayınca sabrı tükenmiş bir halde yerinden ayrılarak arkasından yetişti ve uygun bir yerde onu yakaladı.
“Bu da mı münafıktı Huzeyfe? Bu da mı?” diye sordu. Belli ki, musallada yatan kişinin bir münafık olduğuna ihtimal vermediği için büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordu.
Her nedense Huzeyfe yanıt vermek istemedi, olayı sessizce ya da bir iki yuvarlak sözle geçiştirmeye çalıştı; ama Hz. Ömer onu bırakmıyor ve ısrarını sürdürüyordu. Nihayet Huzeyfe’nin ağzından gönülsüz bir “Evet” sözü daha çıktığı anda, adeta vücudunun dermanı çekilen o dev yapılı adam, dizlerinin üzerine gürültüyle yıkılıvermiş ve göz pınarları dolmuştu.
“Allah aşkına söyler misin Huzeyfe, ben de mi onlardan biriyim yoksa?” diye soruyordu.
Bunun üzerine Huzeyfe:
“Hayır! Sen onlardan değilsin!” dedi…
Ancak bir çocukta görülebilecek olan temizlik ve duruluğa bakar mısınız? Allah Resulü’nün “Allah’ım, lütfen iki Ömer’den birini hidayete erdir.” duasından sonra Ebu Cehil yerine (ki ona da Ömer deniyordu) Müslüman olup İslam’ı güçlendirme onuruna erişmiş, her adımında hep O’nun yanı başında bulunmuş, onunla her türlü kavgaya pazarlıksızca girmiş ve onun bir dolu iltifatına, hatta “Benden sonra bir Nebi gelecek olsaydı, şüphesiz o Ömer olurdu.” teveccühüne bile mazhar olmuş şu azametli, heybetli, koca adamın saflığına bakar mısınız?
Sahi, neyiz biz? Gerçekten Müslüman mıyız?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.