Bilim adamları, ilk insan ve insanlığın üreyip çoğalması konusunda fikir birliğine varamamış olsa da, bugün insanlık, bu durumu, inançları doğrultusunda kabul etmeyi tercih etmektedir.
İnsan, bütün zamanlarda, kendisi için daima ilk ve temel mesele olmuş, fakat insanların çoğu, belki bunun idrakinde bile olmamıştır. Bu ilk bakışta biraz garip görünse de, insanın daima ve en büyük sorunu kendisidir, ancak, idrak düzeyinde. Peygamberler, büyük ahlâk kahramanları, veliler, düşünürler; insanları bu meselenin idrakine kavuşturmaya ve bu idrakin ufkunu açmaya çalışmışlardır.
İnsanlık tarihine bakıldığında toplumları, milletleri, grupları yönlendiren, doğru ve yanlışı gösteren, tabiatla, diğer canlılarla ve başka insanlarla ilişkilerini tertip edip düzenleyen liderler, önderler, düşünürler, komutanlar, reisler, yazarlar, şairler görülecektir. Din, rehberlik etme, doğruluğa ve güzele çağırma görevini öncelikle peygamberlere vermiştir. Farklı coğrafyalarda farklı iklim ve doğa şartlarında yaşamaya başlayan insanlar, var olabilme ve yaşayabilme çabasından hiç vazgeçmedi. “Hayatı bireysel olarak sürdürmeye yetecek refleks ve içgüdü donanımı insanda yoktur. Onun için insan neslinin devam etmesi, insanların aileden başlayarak çeşitli toplumsal yapılar meydana getirmesine bağlıdır” .
İnsan birlikte yaşama, yardımlaşma, dış dünyaya karşı yan yana mücadele etme, yakınındakinin yeteneğine ihtiyaç duyma gibi sebeplerle kendine özgü bir toplum oluşturdu. Bu toplum, kendine göre geleneği, alışkanlıkları, kuralı, dili ve inançları olan bir yapıya kavuşmaya başlayınca bilinçli bir aidiyet şuuru da oluşuyordu. İhtiyaçlarını, sahip olduğu yetenekleri sayesinde karşılayan insan, kavram oluşturma ve tarif etme yeteneği sayesinde de, düşünce dünyasını, estetik anlayışını, geçmişe ait ilgisini, savaş tekniğini, ekonomik yapısını da değiştirip geliştiriyordu. Milletlerin, ulusların oluşmasına hızla geçildi.
Toplumlar, millet olma yolunda ilerledikçe fiziki bir değişim ve gelişimin yanında; tarih, kültür, sanat, edebiyat gibi alanlarda da ihtiyaçlarını şekillendirmeye, çeşitlendirmeye yöneldiler. Gerek kültür, gerek medeniyet, insanın fiillerinden önce doğada var olan olgular değillerdi. Kültür, tarih, medeniyet gibi milletleri oluşturan unsurlar netleşmeye birbirlerinden ayrılmaya başladılar. Var olabilme, gücünü gösterebilme, hâkim ve egemen olabilme, toprağını koruma, ekonomisini güçlü tutabilme gibi istek ve ihtiyaçlar doğal olarak bir toplum, medeniyet ve tarih bilincinin oluşmasını gerektirdi.
Toplumda oluşan tarih bilinci, sanat ve kültür bağı, geleceğe dönük ümit ve emeller, dünyayı anlama ve algılama ihtiyacı, olayları doğru yorumlayabilme ve buna göre refleks geliştirme isteği, görüş ve düşüncelerine başvurulan kanaat önderlerinin varlığını da zorunlu hale getirdi.
Yüzyıllar boyu dünya üzerinde yaşayan insan, kendisinden sonraki nesle tecrübelerini, bilgi birikimini, kederlerini, sevinçlerini, kin ve hırslarını bırakarak sürgit büyüyen bir miras bıraktı. Bu mirasın içinde en önemli ve paha biçilemez olanı ise düşünce dünyası oldu. “Düşünce” ile kastımız sadece felsefe ya da bilimsel düşünce değildir, insan zihninin tüm etkinlikleri, tüm eserleri, hezeyanları, heyecanları ve faaliyetleri de bu olgunun içine girmektedir.
Düşünce dünyası, kültürel yapıyı, sanat alanını, bilim ve teknik uğraşıları, toplum piramidini, felsefeyi hatta savaş ve barışları etkileyen, yön veren, düzenleyen bir güce ve hakka sahiptir. Fiil çoğunlukla düşünceden sonra gelir, faaliyet düşüncenin bir ürünüdür. Bu durumda bir millet düşünce dünyasını gerekli şekilde tahlil edebilmelidir. “Bugünü anlayabilmek ve geleceği inşa edebilmek için sağlıklı bir yol haritasına ihtiyacımız var” .
Görünen o ki; mesele düşünce ile başlamaktadır. Dünü düşünmekle başlamak isabetli olacaktır. Bugün ne dünden ne yarından kopuk değildir. Bu yüzden düşüncemiz “inanç” denen metafizik yapı ile kopuk düşünülemez.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.