MÜSLÜMANIM, İÇ TEHDİT OLMUŞUM?

Ben, bir Müslümanım. İslamiyet’i tanımaktan ve onun beyaz bulutları altında gölgelenmekten yalnızca sevinç ve onur duyarım. Çünkü o, bana tüm çeşitleri ile aşkın anlamını, saf sevgiyi, bedelsiz iyiliği, sarıp sarmalayan merhameti, bağışlamayı, esenliği, sabrı, adaleti, insan haklarına saygıyı, nazik ve uygar bir insan olmayı öğretmiştir.

“Zaten uygar dünyada bu insani erdemleri herkes biliyor ve kabul ediyor.” diyebilirsiniz. Doğrudur; ancak İslamiyet’in insanda nihai tahlilde gerçekleştirmeye çalıştığı şey de bundan başkası değildir. Nurs’lu Bilge’nin dediği gibi, onun temel misyonu insanı “olgun insan” yapmak, hatta insanı “sultan” yapmaktır.

 
Dürüstçe söyleyeyim ki, eğer bir Müslüman olmasaydım, Jean Paul Sartre’ın kısa öykülerinden birindeki bir kahramanına kullandırdığı deyimle, “bir sonsuzluk vizyonu”m olmayacaktı.

Evet, ölümden sonra önüne çıkacağımız “Büyük Mahkeme”, “Cennet” ve “Cehennem” olmasaydı, kafamda iyi bir insan olma fikri bütün anlamını yitirecekti. Yaptığım iyiliklerden dolayı Yüce Sultan Allah’ın benimle gurur duymasını ve beni huzuruna alıp bütün güzelliklerini benimle paylaşmasını sonuç vermeyecek olan iyilik ve erdemler kimleri yüreklendirip mutlu edebilecekti? İçinde akla gelebilecek ve gelmeyecek her türlü işkence ve azabın tattırılacağı bir cehennem düşüncesi olmasaydı, dünyada yapılan onca işkenceler ve haksızlıklar kimleri korkutacaktı? “Eğer Allah yoksa, her şey mübahtır.” diyen sevgili Fyodor Dostoyevski’nin sözleri, tüm dehşeti ile herkesi yutmayacak mıydı? Bir insanın yaşamın ölümle birlikte son bulmadığına inanması onun hayatında korkunç bir fark üretir. Biraz daha somutlaştırmak gerekirse, bir alışverişte bana dalgınlıkla fazladan verilmiş bir miktar parayı fark eder etmez geri dönüp sahibine iade ediyorsam, bu Evrenin Sultanı Allah’ın sevgisini kaybetmekten duyduğum kaygı ile ilgilidir. Bir insanı öldürmenin tüm insanlığı yok etmekle eşdeğer olduğuna inanıyorsam, bu O’nun insana verdiği “en soylu varlık” unvanının önemine koşut davranma arzumla ilgilidir. Eleştiri sınırlarını aşarak bana hakaret edenlere bile yalnızca acımtırak bir tebessümle yanıt verebiliyorsam, O bana sabırlı olmanın erdemini öğrettiği içindir. Bir kuşun dağıtılmış yuvasının başına oturup onu yeniden yaparken yüreğimi kaplayıveren buğunun eriyerek göz pınarlarımdan akıp gitmeye başlaması, O’nun sonsuz sevecenlik denizinden beslendiğim içindir.

 
Buradan, eli silahlı büyüklerimizin icat etmiş olduğu meşhur “iç tehdit” kavramına geçmek istiyorum. Benim bir Müslüman olmam, bir iç tehdit olamaz. Tam aksine, o bir iç tehdit olmamı önleyen birincil etkendir. Lütfen İslamiyet’in anlamını ve içeriğini kavramaya, dindar insanları birazcık olsun anlamaya çalışın… Zahmet edip biraz vakit ayırır da dindar insanları nesnellik kaygısıyla gözlemlemeye çalışırsanız göreceksiniz ki, sokakta gördüğünüz insanların ezici bir çoğunluğunun inanma ve düşünme biçimi benimkinden pek farklı değildir. Ben ve benim gibi düşünen milyonlarca insan nasıl olur da bir iç tehdit unsuru sayılır?
 
Dikkat edin! İşin ikinci bir boyutu daha vardır ki, son derece yaşamsaldır: Bir ülkede “iç tehdit”ten söz edilmeye başlandığı vakit, taşların, ağaçların, kuşların kastedilmediğini herkes bilir. Demek oluyor ki, ülkede yaşayan ve kağıt üstünde eşit olduğu varsayılan yurttaşların bir kısmı “düşman” sınıfına dahil edilmekte ve “ikinci sınıf” olmanın da gerisine itilerek bir şekilde imha edilmesi gereken necis bir topluluk düzeyine indirgenmektedir. Tersten bakıldığında ise, olay daha vahim bir boyut kazanmaktadır: “İç düşman” kavramının mucitleri, aynı zamanda bizzat kendilerini “iç düşman” ilan ettikleri topluluğun hedef tahtasına oturtmaktadırlar. Birine “Sen benim için bir tehditsin veya düşmansın!” dediğiniz zaman, olasılıkla o da size düşmanca duygular beslemeye başlayacaktır.
 
Bunun sorumlu ve düşünceli bir yaklaşım olduğu söylenebilir mi?

O halde yapılması gereken şey, “iç tehdit” unsurlarının adını net bir biçimde ortaya koymak olmalıdır. Burada da temel kriter, iç tehdit unsuru olarak tanımlanacak yapıların silahlı olup, yine silah zoruyla rejimi değiştirme hedefini açıkça deklare etmiş olup olmadığıdır. Eğer bu yoksa ortada (birilerine göre) yalnızca “düşünce suçu” var demektir ki, düşünce suçu denilen şey bugün sadece diktatörlük rejimlerinin egemen olduğu üçüncü sınıf ülkelerin sorunudur. Çağdaş dünyada, düşünce suçu diye bir insani kusurdan söz edilemez. Bu saçmalıktır.

 
İlginçtir ki, İslami kesimler son on yıllar içinde yaşadıkları bütün travmaların sonunda demokrasinin önemini, hatta İslam ile çelişen bir şey olmadığını anlamıştır; ama eskiden beri kendini “demokrat” olarak tanımlayan kesimler demokrasiden soğumuş görünüyor…

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mert Aslan Arşivi