
Erdem Beyazıt ve Şiir Üzerine Bir Yazı Denenmesi
Bildiğiniz gibi çağımızın büyük şairlerinden, düşünür, fikir adamı Erdem Beyazıt geçen yıl 5 Temmuzda vefat etti. Ben aslında bu dönem içerisinde Rahmetli Erdem Beyazıt üzerine bir yazı yazmak istiyordum. Ama ne yazık ki yazamadım, hatta bu konu ile ilgili bir yazıya da başlamıştım sonra bitirmeden bıraktım zira içinde yaşadığım sıkıntılı süreç benim kendimi yazıya vermemi engelliyordu. Fakat şükürler olsun ki bu sürecin büyük bir bölümünü geride bıraktık, onun içinde bu yazıyı yazabiliyorum.
Evet, şiir nedir, şair nedir, Erdem Beyazıt kimdir ve bize Erdem Beyazıt ismi neyi ifade etmektedir.
Hilmi Yavuz’un bir şiiri vardır;
Ama sevdalar anlatılmayı bekler, sevdalar ki onları ele vermeden
daha iyi nasıl anlatılabilir
ve neden
bir düşün hangi şiirin içinden
onu yazmadan daha
geçen bir turna görülmüştür?
Ve anlayamadığımız ve anlatamadığımız minik bir ritmin bize gizemini anlatır;
sevda sözleri! siz şimdi benim
hangi tür
hüzünlere ne ad verdiğimi
nereden bileceksiniz?
tedirgin ve kömür
olmuş sesler duyarsınız ama
bu bir şeyi anlatmaz ki!
şiir, hilmi yavuz, mühür
lenir ve gömülür!
Bu şiir bence şiiri en güzel anlatan ifadelerdir. İşte Erdem Beyazıt ya da Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç burada kendisini daha bir belirgin ve daha bir berrak olarak bize göstermekte şiire aşkın ritminin yanında dünyanın kavgasını ve hatta (hadi açık söyleyelim) Müslüman’ca yaşamanın kavgasını ve biraz daha ileri gidip bu mücadelenin sevdasını öğretmektedirler. Kimse yanlış anlamasın bu kesinlikle tankla, topla, silahla ya da kaba kuvvetle verilen bir kavga değildir. Özellikle Erdem Beyazıt’ta belirginleşen naif bir duruştur ve peygamberi bir ahlaktır. Savaş Risalesi’nde anlattığı savaşlar Peygamberin Savaşlarıdır. O savaşların kılıçları ile merhametin doğru orantılı olmadığını söyleyebilir miyiz?
Yine müthiş bir şiiri olan Sebep Ey’de de;
Başlar eşyada hareket kurtulmak için kendinden Daha öteye geçmek için arınmak gibi elbiseden Yakalar ölümsüzlüğün sonsuz ipini Sonra ses olur Zamanın idrak incisi ses döner döner döner de Yönelir sebebe Sebeb ey.
Bu dizelerin aradığı tek olan Allah değil midir? İmanın derin ve eşsiz yapısını kavramış ve bize müthiş bir şekilde aktarmıştır. Tabiî ki bir sevgiliye yazdığı şiirde vardır. O şiirleri ile içimizde kaybolup giden sevda sözcükleri teker teker yol bulup insanlığa sunulmuştur.
Şu mısralara bakar mısınız? Yaslan göğsüme sevdiğim
Benim gönlüm gök gibidir açık deniz gibidir
Pas tutmaz benim içim yeryüzü gibidir
Toprak gibidir
Sen ki bulut gibisin
Ay gibisin güneş gibi bazen
Usul usul inen
Yağmur tıpırtılarını
Dinler gibi
Dalıp gitmiştik
Sen konuşuyordun
İpil ipil yağan bir yağmur gibi konuşuyordun
Onlar ki konuklarımızdı
Adları Keremdi, Yusuftu, Kaystı
Hepside ezelden tanıdıktı dosttu.
Ve sanki benim şehrimden gidemeyip hayıflanışım onda şekillenmiş ve hatta şehrini terk etmiştir; şu dizelere bakar mısınız?
Bu şehirden gidiyorum
Gözleri kör olmuş kırlangıçlar gibi
Gururu yıkılmış soy atlar gibi
Bu şehirden gidiyorum
İnsanlar taş gibi bana yabancı
Ağaçlar bensiz hüküm giyecek bulvarlarda
Bir tambur bir yalnızlığı anlatıyorsa
O ışıksız pencereden
Ben onu bile bile duymuyor gibiyim.
Bu şehirden gidiyorum
Gömerek geceyi içime
Sabahın hüznünü beklemeden
Gidiyorum bu şehirden.
Ah o müthiş anlatış, o müthiş kavrayış. Aslında samimi ifade ediyorum onun şiirlerini okurken yazmaktan utanıyorum, nasıl yazabilirim, nasıl ifade edebilirim koca üstadın dizelerini diyorum ama yinede yazıyorum, çünkü kendimi bunları yazmaya mecbur hissediyorum. Bu bir bayrak taşıma mecburiyeti değil, zira ben onların bayrağını taşıyabilecek ne derinliğe, ne imana ne de yeteneğe sahibim benim yapmak istediğim sadece üzerime vazife saydığım bir konuda üzerime düşeni yapma mecburiyeti.
Şu mısralara bakar mısınız?
Makinalar bir elin başparmağını çarmıha geriyorlar
Akıl bir akreptir intihara hazır.
Anı
Bizim ellerimiz vardı şimdi onlar nerede
Kadife gibi okşardık çocuk yüzlerini şimdi onlar nerede
Şehirde evler olurdu sıcak odaları olurdu evlerin
Sığınacak yatakları olurdu bu bizim yatağımız derdik
Bayram günleri donanırdık su gibi yumuşardı
yüreklerimiz
Camilere dolardık tüm olmaya ererdik
Biz vardık şimdi o biz nerede.
Bitiş
O en öksüz köşesine sığındığımız yalnızlığın
Yalnızlığın teselli çiçekleri üstümüze
Göçen son kuşların sedef gagalarından dökülür
Şehir bir mahşer gibi içimizde ölür.
Hangimizi derin duygularını ifade etmiyor, hangimizin içindeki hasretleri dillendirmiyor. Şiir işte bu değil midir? Bir gün akşamüstü Karamanı geziyordum. Gökyüzündeki kuşlarla şehrin ahengini orada görmüştüm. Sonra bir çay bahçesine oturdum, şehrin ruhundan çok uzaklarda insanlar gündelik yaşantılarını devam ettirmeye çalışıyorlardı. Epeydir bende düşünmekten korktuğum için o anda şehrin bohemine dalmak istemedim. Fakat yıllanmış çınar ağacı beni zorladı ve bir şehrin aslında bir şiir olduğunu anladım. Erdem Beyazıt’ın çekip gittiği şehrin aslında içinde bulunduğumuz şehir olduğunu orada anladım.
Evet, bir şehir bir şiirdir. Şiir büyüsüyle insanı kendi içine alan bir tür tütsü değil midir? Şehir de öyledir işte içine büyüsü ile alıverir. Üzerinde düşünülmemişi düşünmek, görülmemişi görmenin efsunlu ritmidir şiir. Aslında her cümlesi ile şehrinde bu olduğunu düşünmüşümdür. Şehir bir büyüdür, ruhu ritminde yaşar. Gündelik yaşamda hiç ritmi bozmadan yaşayan insanlar hiç fark etmeden fark edilmeyi, olmamışı sunarlar. Her insan her toplum aynı değildir. Her insanın ve her toplumun kodları farklıdır. İşte o boşlukta bir aşkın efsunu şiirdir.
Aslında şimdilerde biliyorum, o insanı içine alan ve bir türlü bırakmayan farklı bir coğrafya olan romanları okuyan insanlar pek kalmadı. Bunu eskiden Konya sokaklarında görürdüm. Ellerine dergi ve Tolstoy’dan bir eser almış gençler biraz dik kafalılıkla, biraz bohem birazda şehrin ritmini okumaya hevesli olarak gezerlerdi. Lakin şimdilerde onları göremiyorum, galiba para kazanma işine yoğunlaştılar. Kimileri birer işadamı olmuştur, kimileri bir profesyonel olmuş, kimileride memur olmuş yaşamlarına devam etmeye çalışıyorlardır. Hovardalığa vermişlerdir büyük bir olasılıkla efsununu anlayamadıkları dünyanın ritmini.
Yazı öyle her istediğinde de yazılmaz. Yazılmıyor da. Ama şiir aşktır onun zamanı olur mu? Elbette olmaz. Bunu en güzel anlatanlardan birisidir Erdem Beyazıt. Yalın bir yiğittir, karşına dikilir ve senden mertlik bekler, işte o mertliğin adresi tam da benimizdir. Her şey orada başlar.
İnsanları teker teker esir alırken kent ya da hayat meşgalesi ve okuyamadığımızda ritmini dünyanın kendimizi hoş bir âlemin yalanına kaptırdığımız da anlayamayız bu acı veren sonu.
Ama özünde o tam bizledir ve başımızdan dünya gittiğinde sevdasıyla baş başa kaldığımızda beynimizde- aklımızda ve dünyamızda soyut âlemlerin sinsi seğirtmeleri tükendiğinde şiir kendini hissettirir.
Fakir bir güzel gibidir aslında fakir ve dünyalıkların ötesinde bizi seven bir güzel ve Erdem Beyazıt’tır anlamak zorunda olduğumuz ve hatta sevmek zorunda olduğumuz bir melankolidir.
Bu günlerde lütfen ülkeme dair acıları kaleme almış, savaş risalesi ile Bedir’i, Uhud’u, Hendek’i anlatmış bir savaşçıyı anlamaya çalışalım, hiçbir şey yapamıyorsak internette Ölüm Risalesi’nde aşağıdaki mısraları anlamaya çalışalım:
Ve zaman döne döne
Gelmişti başlangıç noktasına
İlk yaratılış düğümüne
Mahlukatın var olduğu
Yüzüsuyu hürmetine
Evrenin efendisinin
Kavuşmak vakti gelmişti sevgilisine.
Hayatın menbaı
Merhametin son durağı
Madeni, muhabbet ocağının
Ateşler içindeydi
Yatağında.
İltica etmişti sanki kainat
Kutsal tenine
Hayata şafak olan alnında
Ter taneleri
Her biri insanlık çilesinden
Bir haberdi sanki
Bir an oldu
Aralandı gözleri
Sonsuzu kuşatan bakışları
Süzdü ciğerparesi Fatımayı
Süzdü tek tek çevresindeki
Can dostlarını
Kıpırdadı dudakları dedi:
— Ebubekir kıldırsın namazı
Sonra daldı daldı uyandı
son defa aralandı
Bakışları
Yöneldi bir noktaya
Karar kıldı bir noktada
Ve dedi:
— Merhaba Ey Refik-i Ala !
Olacak oldu
Akıllar kamaştı
Kalbler tutştu
Feryat ve figan gökleri tuttu
Çekti kılıcını Faruk olan
Sıçradı orta yere :
— Kim derse ” O ÖLDÜ” , öldürürüm!
Ayrılık ateşinden
Ateşin şiddetinden
Sanki bendler çözülmüş
Felekler çökmüştü
Şuur tutuşmuş
Akıl iflas etmişti.
Sonra Sıddık olan
Yetişti geldi
Baktı baktı yatağında hareketsiz yatan sevgiliye
Mağarada arkadaşına hicrette yoldaşına
Sonra baktı çevresine
Mahşerden önce mahşer hali yaşayan
Ashabına
Aline
Ebubekir dedi :
— Ey nas , susun !
— Kim ki Rasulullaha tapmaktadır
— Bilsin ki Rasul ölmüştür.
— Kim ki Allah’a tapmaktadır
— Bilsin ki Allah ölmez
— Hayy ve Layemut’tur. ( Hayat sahibi ve Ölmez )
— Ey nas, Susun!
— ” İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.”
Sonra eğildi sevgilisinin yüzüne
Sürdü bulutlanmış gözlerini
O güzellikler ülkesine
Baktı baktı ve dedi :
— Hayatında güzeldin
— Ölümünde güzelsin
— Öldün
— Bir daha ölmeyeceksin!
Allah tekrar rahmet eylesin ve mekânı cennet olsun. Umarım Erdem Beyazıt gibi değerler dünya döndükçe var olur zira onlar bir ışıktır çevresini aydınlatan.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.