AŞKIN SEYİRCİSİ

     Ruhumuzda boş bırakılmış öyle bir bölge vardır ki, onu yalnızca bir şey doldurabilir. O da aşktır. Dünyalar kadar büyük ve tüllerin ardındaki bakire bir gelin kadar saf bir aşk…

 
Aşk, erinde gecinde kendi mecrasını bulur. Sözünü ettiğimiz bölge her ne kadar bizzat Allah tarafından ve kendi sevgisi ile doldurulsun diye boş bırakılmış olsa da, insanoğlu oraya başkalarını konuk etmeye hep daha eğilimli olmuştur. Daha açık bir anlatımla, erkekler oraya kadınları, kadınlar da erkekleri buyur ederler. Varsayalım ki, yoksul birisiniz ve çocuklarınıza bir ev bile alamamışsınız. Günün birinde hayırsever bir zengin çıkıp size bir ev bağışlıyor ve siz çocuklarınızın oturup rahat etmesi için bağışlanmış olan o evi onlardan gizleyerek hovardalık etmek amacıyla kullanıyorsunuz. İşte bu harika(!), öyle değil mi?
 
Çoğunluğun izinden giderek siz de “onur konuğu” için ayrılmış olan o boş bölgeye bir insanı, örneğin bir kadını davet ettiyseniz eğer, en azından “aşkın seyircisi” olmaya adaylık başvurusu yapılmış demektir.
Aşkın seyircisi, çok geçmeden pişman olup “Sana değmezmiş.” diye düşünmeye başlarsa, bu şaşılacak bir şey olmaz. Çünkü davet edilen konuk orada emaneten oturmaktadır ve oranın gerçek sahibi kendisinin ve kendisini oraya buyur edenin halini iyi görmektedir. Yürüdükleri bütün yollar, yavaş yavaş tuzaklanmaktadır. Doğrusu şu ki, Evrenin Sultanı’nın kendisi için ayırdığı yeri hiç kimse dolduramaz ve dolduramamıştır! Dünyanın bütün kadın veya erkek sevgilileri oraya taşınsalar bile! Onların kendileri de sözde sevgileri de evren içinde bir bakteriden daha hacimli değildir; oysa sahiplendikleri bölgenin nihai sınırları binlerce dünyayı alabilecek kadar uzaklardadır. Evet, insan aşk ile ve aşk için tasarlanmıştır. Kimi zaman dünyevi aşklar da muhteşem olmakla birlikte, aşkın akıp gitmesi gereken asıl doğrultu, Yüce Dost’a götüren aydınlık yoldur. Ah! Onu bir tadabilsek!
 
Eminim ki, dünyanın en şiddetli şehevi zevkleri o tanımlanamaz hazzın yanında çok süfli kalırdı! Gerçekte, değişmeyen ruhu ve ona sonradan giydirilecek olan yeni bedenle insan da tıpkı dupduru aşkın asıl kaynağı olan Allah gibi ve O’nun yanı başında sonsuza dek var olacak değil midir? İnsanın, hayal gücünün gidebildiği kadar uzaklarda bile gereksinim ve istekleri yok mudur?
 
Aşkın seyircisi aradığını bulmuş olduğunu sanmış olsa da, komik bir biçimde yanılmış ve fazlaca vakit yitirmeden yeni arayışlara girmiştir bile. Birini bırakır, “İşte aradığım buydu!” diyerek ötekinin kucağına atar kendini; ancak bir süre sonra yine aynı şey olacaktır. Görünüşe göre, yaşamakta olduğu şey bir tür alınyazısıdır ve yaşlandıkça inatlaşmaktadır. Başka bir söyleyişle, kişisel koşulları ve haddi ne olursa olsun, çelişkisel olarak yaşlandıkça daha da ümitlenip hırslanarak dokunacak taze bedenler aramaktadır. İçinden bir ses, “Az kaldı. Öyle birini bulacaksın ki, ona sarılınca bitimsiz bir mutluluğun kıyılarına vuracaksın.” deyip durmaktadır. Doğru ya, dünya metaının ana karakteristiklerinden de budur. Adem Baba ile Havva Ana’ ya iblisin söylediklerini hatırlayın bir an… “Bu meyveden yiyin ki, sonsuzluğa kavuşasınız.”
 
Eğer beyni yalnızca bir aksesuar değilse, bir süre sonra bazı insanların da kendi bedenleri için değişen oranlarda bir fiyat biçtiklerini görecektir. Bu etiketli insanların durumlarını, Karl Marks’ın Das Kapital’inde geçen “meta” tanımı içine konuşlandırmak yanlış bir yaklaşım olmayabilir. Doğal olup yalnızca “kullanım değeri” için üretilen ürünlere karşıtlık içinde, sırf “mübadele” yoluyla kar elde edilmek üzere üretilmiş olduklarından dolayı üzerlerinde fiyat etiketleri olan ürünlere benzemektedirler. Örneğin bir adet sigaranın mübadele değeri 5 liradır. Bir insan bedeninin kullanım değeri ne kadardır peki? Erkek bedeni beş para etmez; ancak elde etmiş olduğu başarılar bir bedenin garantisiz kullanım hakkına karşılık gelir. Aşkın zarif ve latif görünümlü katillerinin fiyatı ise, kimi zaman ömür boyu sürecek düzenli bir maaş, kimi zaman lüks bir otomobil, kimi zaman konforlu bir ev, çoğu zaman da bunların hepsidir. Haydi, şimdi bir cam kadar şeffaflaşalım ve soralım kendimize: Şimdiye dek zengin olup da yoksul bir erkekle evlenen kaç tane bayan görebilmişizdir sizce?
 
Aşkın seyircisinin kaç bedene dokunduğu önemli değildir. Açlık, sürgit hissettirir kendini, daha doğrusu, aşk bölgesi, hep ıssız bir çöl gibi kalır. Arayış devam etmekte, ama aksi gibi bu kez de ömür tükenmektedir.

Oysa dünyanın her yerinde birbirlerine aşık olduklarını söyleyip yeminler etmiş çiftler güneşli günler boyunca denizlerin ve nehirlerin kıyılarında el ele dolaşmakta, karşılıklı yemek yemekte, dans etmekte, sonra loş, kuytu gecelerin içine doğru akıp gitmekte ve o gözünün önünden geçip giden bütün bu mutluluk tablolarını uzaktan hüzün dolu gözlerle izlemektedir…

 
“Dünyada tatmak vardır; ama yiyip yutmaya izin yoktur.” der Nurs’lu bilge.

Dünyevi aşk da tadımlıktır. Altını çizerek söylüyorum: Bütün türleri ile romantik ve erotik sevgi, harikalar ve sürprizler ülkesi Cennet’te yaşanacaktır. O güne kadar, insanın aşkın seyircisi olmaktan daha üstün bir seçeneğinin olabileceğini sanmıyorum…   

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mert Aslan Arşivi