Eğitimcilik konusunda ilk heyecanlarımı Eskişehir’de yaşadım. İkinci yılın sonunda ise, bir Karadeniz iline tayin oldum. Orada çalışırken bir gün benimle aynı okulda görev yapan dostlarımdan biri, kendisinin intisaplı olduğu çok muhterem bir hoca efendiden bahisle, beni kendisi ile tanıştırmayı arzu ettiğini dile getirdi. Ben de, eğer anlattığı gibi biriyse onunla tanışmaktan büyük onur duyacağımı bildirdim. Ne var ki, tanışmak onuruna erişmeden önce bir şekilde muhterem hoca efendinin fiilen dört adet karısının olduğunu öğrenmiş bulundum ve açıkçası bu durumdan duyduğum rahatsızlık nedeniyle gitmekten vazgeçtim.
Aradan uzun yıllar geçti. Bir gün mezkur hoca efendiyi bir televizyon kanalında görme şerefine nail oldum. Dikkatimi çeken ilk şey, mübarek adının, başına “Profesör Doktor” unvanı konmadan hiç ağza alınmıyor olması oldu. Çember sakalının içinden parıldayan yanakları pek semiz ve al aldı, gıdıları şişkindi, bir ton da göbeği vardı. Konuşurken gıcırdayan dişleri, insana ürküntü veriyordu. Görebildiğim kadarıyla, siniri alınmış bonfile et kadar gevşek ve ehl-i keyf bir adamdı. Öyle ya, hali vakti ve gücü kuvveti yerinde olup da, değişik marka ve renklerde dört adet kadına sahip olan adamın keyfi yerinde olmayacak da benim keyfim mi yerinde olacak? Üstelik hanımlardan biri hakkın rahmetine kavuşur ya da bir huyunu beğenmeyip kendisi salıverirse, dördüncü evin behemahal doldurulması için münasip bir eş aranmasını emir buyururmuş…
Hızını alamayıp bir de siyasi parti kurmuş olan bu alim müsveddesi, en son genel seçimler sırasında bir TV kanalında bol keseden sallarken şöyle diyordu: “Türkiye’nin sorunlarını yirmi dört saatte çözerim. Vallahi de çözerim, billahi de çözerim, tallahi de çözerim!”
“Hay maşallah!” dedim kendi kendime. “Bir imkansız üzerine, hem de Allah adına bu kadar sert bir yemin etmek de senden başkasına yakışmazdı zaten. Demirel gibi, iktidara gelirsen bir şekilde kıvırırsın nasıl olsa…”
Sonra duydum ki, poligamik hoca efendi hazretleri İslam dünyasının içinde bulunduğu yangına su yetiştirme telaşı içinde çırpınırken helal dairede bile eli bir kadının eline değmemiş olup, Müslüman ve Türk’ün kültürünü, irfanını, şanını, şerefini ve hizmetlerini bütün dünyaya gösteren evrensel eğitim hamleleri ile tanınmış başka bir hoca efendinin üzerine adeta bir foseptik borusu gibi patlamış!
Neymiş? Vatikan’a gidip Papa ile görüşmüş, onun elini öpmüş… Bu da yetmezmiş gibi, üstüne bir de, “Öldüğüm zaman, Vatikan’a gömün beni.” diyesiymiş… Sonuç olarak da, bu adam olsa olsa bir CIA ajanı olurmuş… Peki ya kaynak? Falandan duydum… O da falancadan duymuş…
Öncelikle şunu belirtelim ki, alelade bir Müslüman’a bile ajanlık suçlamasında bulunmak büyük bir günahtır. Bizzat kendi gözlerinizle görmediğiniz takdirde böyle bir fiille bir İslam bilginini veya Allah dostunu suçlamak ise, Arş’ı titretecek kadar korkunç bir cürümdür.
Bunlara inanan kimseler arasında, Güllerin Efendisi’nin, “Kişiye yalan olarak her duyduğunu her yerde anlatması yeterlidir.” dediğini duyan bir tek adam yok mu acaba? Falanın filanın söylediği laflar ne zamandan beri “belge” sayılıyor? Söylentileri kanıt sayarsanız, Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş dahil olmak üzere, Amerika’ya ajanlık yapmamış bir Allah kulu kalır mı bu topraklarda? Seyyid Kutup dahil olmak üzere, Avrupa’ya ve Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmemiş olan bir tek Müslüman kanaat önderi var mıdır dünyada? Hem sonra, bu Amerika Birleşik Devletleri ne sihirli bir ülkedir ki, topraklarına ayak bastığı andan itibaren herkesi ajanı haline getiriveriyor? Bu ülkede, suçladıkları zata 28 Şubat sürecinde nelerin yapıldığını, akıl almaz iftiralar eşliğinde hakkında ne kovuşturmalar, ne davalar açıldığını bilmiyor mu bu insanlar? Elbette biliyorlar; ancak o süreci yaşamamış olanları kandırmanın daha kolay olacağını da biliyorlar.
Aslına bakarsanız, eşsiz hizmetlerinden dolayı “vatan delisi” diye de anılan bu zat, örneğin “Sonsuz Nur” adlı kitabının bir cildinde Kur’an’ın bazı ayetlerini esas alarak Hıristiyanlar hakkında öyle ağır laflar ediyor ki, şahsen ben Papa ve benzeri kimselerin kendisi ile irtibat kurmak ve konuşmak için niçin bu kadar istekli olduklarını anlamakta zorluk çekiyorum. Ben olsam, dinim hakkında o lafları eden biri ile oturup rahat rahat anlaşabileceğimi pek düşünemem; ama onlar kendisine çok saygı duyuyorlar. Amerika’da kendisini ziyaret edip gelen bir dostum, Katolik ve Protestan Kilise’sinden bazı üst düzey ruhani liderlerin ara sıra kendisini ziyarete geldiklerine ve saygıda kusur etmemek için önünde el pençe divan durduklarına bizzat tanık olduğunu söylemişti. Yazık ki, dünyada bu tablonun ifade ettiği müthiş görkemi anlatabilecek bir dil yoktur!
İslamiyet’i tebliğ misyonunun temelinde, dostluk kurma becerisi yatar. Almaya değil, kendinizden bir şeyler vermeye dayanan, tümüyle içten bir dostluktan söz ediyoruz. Muhatabınızın kimliği asla önemli değildir, herhangi bir insan olarak ancak bu kıvamda bir dostun mesajlarına açık haldedir. İyi bir dost olabilirseniz, ona bir şey anlatmanıza gerek de yoktur. Siz onu mutlu etmeye odaklanın yeter. “Hal dili”niz, ona her şeyi anlatmış olacaktır. Bilme şansına eriştiğim sonsuz gerçeğin iletilerine daha açık hale geleceğine kanaat getirirsem, şahsen ben bir papazın elinden de öperim, ayağından da… Ama bizzat gördüğüm için söylüyorum, sözünü ettikleri zat öyle harbi ve heybetli bir adamdır ki, eminim görünce Papa onun eline sarılmıştır.
Kaldı ki, birazcık olsun siyer okuyan herkes Yıldızların Efendisi’nin, zaman zaman papazlarla da hahamlarla da görüştüğünü çok iyi bilir… Papazlarla arkadaş olmanın, onlarla konuşmanın, sohbet etmenin ne sakıncası olduğunu anlamıyorum. Bundan sadece kendi dininden şüphe edenler kaçabilir. Hidayete gelince… O Allah’ın tasarrufundadır, bizim değil… “Mutluluk Çağı”nda yaşadıkları her gün Allah’ın yarattıklarının en güzeli ve en hayırlısı olan Hz. Muhammed gibi bir insanın gül yüzünü göre göre münafık olarak ölen insanlar vardı. Ne çirkin bir gerçektir bu! Ama gerçek işte!
Bizim, düşmanlığa vaktimiz de, yetkimiz de yoktur. Biz herkesle dost oluruz; ama kafamızın arka planında cennete giderken o kişinin de bize eşlik etmesi dileği vardır hep.
Müslüman’ı münafık ve ajanlardan ayırt etmenin kriteri şudur: Her kim sırf fitne ve düşmanlık yayılmasın diye kendisine yapılan hakaretlere sükutla karşılık veriyorsa, onun samimi bir Müslüman olduğundan emin olabilirsiniz. Ve her kim de Allah’ın ve güzellik abidesi Elçisi’nin düşmanlarını bırakıp da, İslamiyet’e ve ülkeye samimiyetle hizmet eden kimselere insafsızca ve edepsizce saldırıyorsa, iftira ve hakaretler savuruyorsa, işte onda provokatör ajanlık potansiyeli var demektir. Çünkü kölelerin ve kralların ortak Efendisi”nin bize bıraktığı en değerli miras olan “tüllerin ardındaki gelin” ahlakı ve masumiyetinden yoksun kalmıştır. Demek ki, onun gözünde Müslüman’ın canının, malının, namusunun, kişilik haklarının haramlığı, dolayısıyla da dokunulmazlığı yoktur. Sıradan bir Mü’min hakkında bile söylenmeyecek o adi lafları Rabbani bir bilgin hakkında söyleyebildiğine göre, Allah’ın dostlarına saygısı da kalmamıştır; oysa ben o acımasızca saldırarak üzerine çamur attığı zatın hemen bütün kitaplarını okudum, bütün konuşmalarını dinledim. Kendisi veya bir başka Müslüman aleyhinde en küçük bir beyanına rastlamadım. Tersine, böyle durumlar için sık sık Derviş Yunus’un meşhur sözlerini tekrar ve tavsiye eder: “Dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönülsüz gerek…”
Lütfen buraya dikkat edin: Sıradan Müslümanlardan değil, bir topluluğa liderlik etme konumuna gelmiş kişilerden bahsediyorum.
Genel olarak, Müslüman’ın bir tek zalimlerle arası bozuktur, ne pahasına olursa olsun, diğer Müslümanlarla iyi geçinir. Müslümanlar arasında fitne ve düşmanlık duyguları boy atmasın diye, şahsına yapılan hakaretleri bile sessiz sedasız içine çeker, tüm acılığına karşın onları kalbinde eritir. Münafık ise zalimleri bırakır, Müslümanlarla pervasız ve sorumsuzca kavga eder. İşte, Müslüman’ı münafıktan ayırt etmenin başlıca ölçütlerinden biri budur… İlla bir ajan görmek istiyorsanız, o tiplere iyi bakın…
Son bir şey eklemek istiyorum: Bu yazıya bakarak, bir kişiye taraf olduğum düşünülmesin. Kişiliğine ve müziğine hayranlık duyduğum Sagopa Kajmer’in düşündüğü gibi düşünüyorum. Allah’a ve O’nun sevgilisine yapmacıksız bir aşkla bağlı olup bu güzel ülkeye ve evrensel sonsuz gerçeğin sesi olan İslamiyet’e sadakat ve hakkaniyet içinde hizmet eden her ekolü ve her çabayı ayakta alkışlamak, benim boynumun borcudur…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.