Ufak serzenişler

Küçük derelerdir büyük nehirleri oluşturan,

Küçük mutluluklar, küçük, küçücük derelerdir,

Büyük nehri ararken üzerinden atladığın

 

 
 Arkana dönüp de bakmadığın…

Sana açılan kapılar

Sana kapıyı açanlar

Hoş gelenler

Hoş buldukların…

 

 

 

 

Mutluluğun tarifi için sarf edilmiş bu cümleler, bir radyo yayını sırasında genç bir yaşama umut olmuş, tam da pencerenin önünde atlamakla atlamamak arasında gelip giden, son ile bitişi bekleyen bir yaşama başlangıç olmuş hatırlatmalardan birkaçı sadece.

Tevafuken radyodan gelen bir sesle ölümün kıyısından dönen bir bedene, düşünememişliğe bir cevap, bir ışık vermenin tarifi olmasa gerek. Ansızın dünyanın herhangi bir yerindeki genç bir insanı hayata bağlamanın, ona mutluluğu keşfettirmenin huzuru kolay anlatılmasa gerek…

Çığırtkanlaşırken bazen kirpiklerimiz, hatta görebileceğimiz en yakın noktadayken bile varlığından mutlu olamamak,

Hiç nefesimizi tutmadığımız için durabileceğinden korkmamak ve varken temiz bir havayı solumamak bir nisan yağmurunda,

Ayakta kalmak için, dimdik durabilmek için, ince bir bilek kıvrımına sahip olduğumuzu unutmak, ne kadar acıdır değil mi?

En önemlisi de dokunduğumuz, hissettiğimiz, maddelediğimiz bütün değerlerin yanı sıra fark etmediğimiz bir de ‘sevgi’ye sahip olduğumuzu kabul etmemek…

Aslında hiç fark etmeyiz susarken konuşmanın ne büyük bir kazanç olduğunu. Ağlarken gülmenin bulunmaz bir şakraklık kattığını geceden çıkan sabaha.

İlginçtir ki dikkatten kaçan bu güç ve kudret kaynağı eşsiz nimet göz ardı edilirken mahzenlere hapsoluyor, köhneleşmeye yüz tutmuş dökük ve kararmış, katılaşmış duvarlar arasında boyut değiştiriyor. Aslını kaybediyor. Artık katılaşmış bir nefretin güç olarak değerlendirilmesi ve önemli bir silah olduğu söylentisi yayılıyor.

Düşünüyorum da beyaz pamukların dans ettiği masmavi bir gökyüzü mü insanı alıp götüren huzurun yuvasına yoksa bir güvercinin yumuşacık kanat çırpışları ile dokunuşu mu gök kubbeye.

Ya da masum bir soru:

“Ağaçların yapraklarını kim boyamış anne?”

Sımsıcak, gülümseten, içten, gördüğü gibi, hissettiği gibi cümleler kuran küçük bir bakış elindeki değer! 

Mutluluğa değer…

Sessiz bir şehrin donuk, hareketsiz ve kimsesiz kaldırımlarında ilerlerken duyulan ezan sesleri… Simsiyah bir gecede iç karartan beton yığınlarının arasında göğü delen minarelerin eşsiz manzarası… Siyahla beyazın uyumu, kaçmakla kovalamanın zıtlıkla var olması, geleceği umutla beklerken bir önceki umutsuzluğun unutulmuşluğu ile adam olmayı bekleyenlerin yolculuğu… Kurumaya mahkum göz yaşlarının özgürlük için yanaklarda süzülüşü…

Mutluluğa değer…

Ki her yaprağın kaderi düşmektir, belki de koparılmak mevsiminden önce. Düşüşteki asalet filizlenmeden önceki heyecanda saklı aslında. Baharını bekleyip, dalını tutturup, güneşe gülümseyeceği anı beklerkenki mutluluktan ille de dalında kalmak istemeyişi.

Toprakla buluşması da onun için muntazam bir düğün gecesi. Mutluluğun ince, narin ve sonsuz çizgisi. Filizlenme beklentisi, meyveye dönüşecek çiçeğe eşlik ettikten sonra siren seslerine gerek duymadan yolculuğuna devam etmekse bunu o da bilmekte. Her yeşerdiğinde düşmek için zamanını beklemekte… Sevgi, sevgiyle buluşacağı günü düşlemekte. Yaprak(sevgi) pembe bir erik çiçeğine eşlik eder önce. Sonra dala, sonra minik bir serçe yavrusuna, aynı zamanda doğada eşsiz bir fırça darbesine. Rüzgar eşliğinde mırıldandığı şarkıyı da unutmayalım. Kulaklarımızın pasını silen, karşılık bekleyen bir mana ifade etmeyen, sevgi söyleyen, sevgi dinleten. Gövdesinde umudu besleten, köküne nefes aldırandır çoğu zaman. Güneşe gülümseyen, ondan aldığını meyvede büyütendir. Biraz dikkatli bakın yürürken. Verdiği selam için değil, alsın diye selam göndermek için.

 Bazen bir yetimin yanağını okşar giderken, dönmeyecekken. Geceye eşlik etmekten korkmaz, gündüzü anlatır ona. Gölge olmaktan korkmaz değerinin bilinmeyeceğini bile bile…

Ve anlatsın diye kalem olunca kağıda gösterir incecik bir dala. Daha çok kalınlaşmadan, sertleşmeden, kaskatı olmadan. Karşılık beklemediğini, derdinin sadece yeşermek, yaşamak, dalın saltanatını sürmek, hep yukardan bakmak olmadığını. Yaşatmak, paylaşmak, dengeyi korumak, kelebeğin kusursuz yaratılışının farkına varmak, vardırmak olduğunu. Sessizce görevini tamamlayıp giderken de bilsin ister sevgiyle artık kendisinin de kavuştuğunu. İşte bütün bu hazırlıkların aslında hayal ettiği mutluluk için elinde tuttuğu erişilmez bir sevgiyle yoğurduğunu bilsin ister.

Dedim, dedik, dediler, diyorlar. Evet, her insanda büyümek, yeşermek hatta ne yazık ki çoğumuzda da filizlenmek için güneşini bekler sevgi… Bakışlardaki perdeleri aralamak, baktıkça derinleşmek ister.

Keşfedildiğindeki mutluluğun dilden dile dolaşmasının huzurunu ‘yaprağa’ yaşatmak dileği ile…

Ve Hz. Mevlana Celalleddin Rumi’nin sözleri eşliğinde;

Sevgiden, tortulu bulanık sular arı-duru bir hale gelir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sevgiden, dertler şifa bulur. Sevgiden, ölüler dirilir.

Sevgiden, padişahlar kul olur.

 Sevgiler…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Semra Hoyraz Arşivi