Zeynep ve Feyza Köseoğlu'nun yazısı
Yayınlanma:
Zeynep ve Feyza Köseoğlu kardeşler Karadeniz'i içten duygularla yazdılar.Oldukça sürükleyici ve bilgilendirici o yazı;
Zeynep ve Feyza Köseoğlu kardeşler Karadeniz'i içten duygularla yazdı.Oldukça sürükleyici ve bilgilendirici o yazı;
“ Dağlar, dağların eteklerinde bağlar, bağlarında Erzincanlılar… Bağ mevsiminde olduğumuz için olsa gerek Erzincan’ın tek caddesi de bomboş. Dağların arasındaki sarsıcı yolculuğumuz esnasında birkaç çadır görüyoruz. Çadırlardaki insanlar ucunda 500.000 Lira ödül olmaksızın Survivor’da yarışıyorlar. Uzun Karadeniz yolculuğumuzda kısaca durduk Erzincan’da. İlk anda dikkatimizi çekiveren bu hususlardı.
Erzincan’dan sonra Gümüşhane’nin ilçesi Kelkit’e doğru yol alıyoruz. Kelkit Çayını görmek için aracımızdan indiğimizde fark ediyoruz ki dağlar artık Karadenizleşiyor. Gümüşhane’ye girdiğimizde görüyoruz ki şehri sınırlandıran karşılıklı dağların arasındaki uzaklık iki ya da üç bin metre. 32.000 nüfusu, üniversitesi ve dağların arasına serpiştirilmiş yapılarıyla adeta bir koridora kurulmuş bu “dağşehir” . Gümüşhane’nin çıkışında bilmem kaçıncı ‘pestil-köme’ yazan dükkanın önünde “nedir bu?” sorusuna cevap bulmak için durduk. Meraklılara duyurulur, pestil ve köme ana maddesi dut olan ceviz,fındık,bal gibi envai çeşit malzeme eklenerek yapılan cezerye türünden iki çeşit tatlı.

Zigana’dan geçtikten sonra bir yemek molası veriyoruz Katibin Yeri’nde. Burada nefis köftelerimizi yiyerek karnımızı doyuruyoruz ama ruhumuzu doyuran ise doruklarıyla bulutları delen yemyeşil dağlar oluyor.
Trabzon deyince akla ilk gelen tarihi yapı ‘Sümela Manastırı’na gidiyoruz. Dar, virajlı ve yokuşlu yolları arabayla çıktıktan sonra bir de 300 basamak çıkacağımızı duyan babam “Müslüman’a gavur eziyeti vallahi!” diyerek merakla buraya çıkıp beklediğini bulamayarak aşağı inen insanların tercümanı oluyor sanki. Manastır, IV. Yüzyılın sonlarında efsaneye göre Atina’dan gelen iki keşişin rüyalarında, Aziz Luka’nın yaptığı Meryem Ana ikonunun burada olduğunu görmeleri üzerine kilise olarak inşa edilmiş. Bundan yaklaşık bin sene sonra dönemin Trabzon imparatoru bu kiliseyi manastıra çevirmiş. Bölgeyi Türk’lerin ele geçirmesinden sonra manastır kendinden bir şey kaybetmediği gibi dönem dönem eklemeler de yapılmış Türkler tarafından.Yavuz Sultan Selim’in manastıra hediyeler göndermesi hak din olarak doğmuş muharref dinlere de saygı duyulması gerektiğinin bir göstergesi olsa gerek.büyük sultan Fatih’in İstanbul’un fethinin akabinde azınlık halka ve din adamlarına benzeri davranışlarda bulunduğunu biliyoruz. Trabzon kadar meşhur olan Sümela’dan dönerken manastırı bu kadar popüler ve önemli kılan dağın tepesine yapılmış olması mı yoksa başka bir nedeni mi var düşünmedik değil. bir de aşağıdan bakıyoruz manastıra. Ardından doğal güzelliklere tekrar dalmak üzere yola koyuluyoruz.
Karadeniz sahil yolunda Rize’den geçerken Çayeli’nde “Dünyaca Meşhur Fasulyeci Hüsrev” tabelasının önünde durup - epey tuzlu - fasulyelerimizi yiyoruz. Namı pek meşhur olan Hüsrev’de tokluğumuza denk geldiğinden fasulyenin meşhurluğunu hissedemeden yola revan oluyoruz.

Akşamın ilerleyen saatlerinde Artvin’e varıyoruz. Burası önceki Karadeniz şehirlerinden pek de farklı görünmüyor bize. Ama Artvin Arhavi kaymakamından öğreniyoruz ki Laz’ların büyük bir çoğunluğu bu şehirdeymiş. Bir kısmı da Rize’nin Artvin’e yakın yerlerindeymiş. Yani her Karadenizli olduğunu duyduğumuz kişiye Laz sıfatı uygun olmuyormuş. Kaymakam Bey’den Batum’a gitme planımızla ilgili teşvik de alınca geceyi orada geçirip sabahın erken saatlerinde Arhavi’den Hopa’ya oradan Batum’a kısa bir yolculukla ulaşıyoruz.
Gürcüce bilen Mehmet Abi bize Batum’da eşlik ediyor. Batum’a girer girmez rehberimiz: “ Emniyet kemerlerimizi takalım, burada çok sıkı kontrol var ” diyor. Hakikaten etraftaki arabaların hemen hepsi “emniyette”. Karadeniz’de alıştığımız gibi sahil yolunda merkeze gidiyoruz. Yolun sağ tarafında yeşilliklerin arasında insan figürlü bir şelale hoş geldiniz diyor bize. III. Yüzyıldan kalma Gonio Kalesi Yavuz’un yaptırdığı surlarla bir zamanlar Osmanlı hakimiyetinde olduğunu hissettiren ilk yapı. Siyasi ve askeri açıdan stratejik önemi fazla olan Batum, Cumhuriyet yıllarına kadar Osmanlı hakimiyetinde kalmış ve tabiri caizse “masada” teslim edilmiş. Halen sınırlarımız dahilinde olsa idi turizm ve şehircilik adına şüphesiz Karadeniz’in cazibe merkezi olurdu. Çünkü Batum, coğrafyası bakımından diğer Karadeniz illerinden daha şanslı. Rize’de Trabzon’da denize paralel dağlar şehre kısıtlı bir alan bırakıyor ama Batum Karadeniz’in diğer şehirlerine göre daha düz ve geniş bir alana kurulu bir şehir. Deniz kenarındaki büyük ve modern parklar, verimli topraklarındaki tarım alanları da Batum insanlarının bu şansı iyiye kullandığını gösteriyor. Şehir parkındaki incik boncuk satan küçük esnafların kimi, pazarlık yapılacak kadar iyi biliyor Türkçeyi kimiyse sadece Gürcü parası Lari ve Türk Lirası’nın birebir kullanıldığını “beş lira beş lari” diyerek anlatabiliyor. Parktan sahile indiğimizde babamı bir Türk’le konuşurken buluyoruz. Sahildeki inşaatta çalışan işçilerin çoğu Türk’müş. Rehberimizin söylediğine göre birkaç sene önce çıkan özelleştirme yasası ile şehir hızla ilerlemeye başlamış. Yapılanma ve imar elle tutulur seviyede gelişme göstermiş. Birçok Türk iş adamı da otel, alışveriş merkezi gibi işletmelerle şehrin geleceğine yatırım yapmış. Sahilden meydana giderken yol üstünde bir kafede gördüğümüz Gürcistan özerk cumhuriyeti Acara’nın başbakanına da selam verip yolumuza devam ediyoruz. Biraz ileride devlet tiyatrosu binası, mimarisi ile dikkatimizi çekiyor. Etrafı incelerken -kan çektiğinden olsa gerek – bir Türk yanımıza geliyor, hemşehrimiz olduğunu söylüyor. Genç öğretmenin Konyalı olup buradaki Türk Konsolosluğu’nda çalıştığını ve babamı Konya Yazarlar Birliği’nden tanıdığını öğreniyoruz. Tamamen tevafuk olan bu karşılaşmadan sonra yolumuza devam ediyoruz. Meydanın tam ortasında elinde altından bir kuzu postu taşıyan Media’nın heykeli var. Yapının alt kısımlarındaki motifler de Media ve altın postun efsanesini sembolize ediyor. Burada eskiden altın, hayvan postlarında muhafaza edilirmiş. Efsanede de altından bir post ejderha tarafından korunuyormuş. Şehre savaş için gelen Rumlar bu postu bir türlü ele geçiremiyorlarmış. Hal böyle olunca Rum Prensi altın postu ejderhadan alması karşılığında Media’yla evleneceğini söylemiş. Media da ejderhayı yaptığı zehirle öldürüp postu Prens’e vermiş. Bu kısımda Laz olduğu yüz metre öteden anlaşılan rehberimiz Mehmet Abi Media’nın Laz’ların anası olarak da bilindiğini ve “tıbbi” manasına gelen “medical” kelimesinin de onun isminden türediğinin söylendiğini ekliyor.

Ardından rotamızı yapımına 1880’li yıllarda başlanan Botanik Parkı’na çeviriyoruz. Denize nazır bu parkta 2057 çeşit bitkiden her biri kendi güzelliğiyle sergiliyor bize yaratılışın inceliğini. Renklerin ahengi büyülüyor bizi. Buradan çıkınca Batum’un Türk mahallesine gidiyoruz. Evlerdeki ve restorantlardaki insanlar Türkçe konuşurken açık olan televizyonlarda Türk kanalları yayında. Ve 1800? yılında yapılmış eskimeyen Osmanlı Camii Müslümanların beş vakit buluşma noktası. İşte buradan yayılıyor Batum şehrine güzelliğin, hoşgörünün, barışın ve Bir’liğin mesajı. Birkaç Türk’le muhabbet edip içi tamamen ahşap olan bu camiide sekiz on Gürcü çocuğu Kur’an talimi yapıyorlar. Cem ederek kıldığımız namazın ardından Batum’a bir de tepeden bakmak için yola çıkıyoruz. Yeşiller içinden çıktığımız tepede bir Türk işletmecinin devraldığı otelin bahçesinden Batum seyri yapıyoruz. Dönüş yolunda Batum-Hopa ortak hava alanını görüyoruz. Artvin’e hava yoluyla gelmek isteyenler farklı bir ülkenin havasını teneffüs ederek gelme şansına sahip oluyorlar. Acara Özerk Cumhuriyet’inin başkenti bu şehir; mavisi, yeşili, Media anası, Gonio Kalesi, merkez parkı botanik bahçesi ve tabi ki Orta Camii ile .
Çayeli’nden beriye gidiyoruz yali yali! Ayder yaylasında oturup etraftaki yemyeşil dağları ve Ferhat misali dağları delen coşkun suyu izliyoruz. Biz Orta Anadolu’nun step ikliminin çocukları okullarda yaptığımız resimlerde kurak ve kahverengi dağlar arasından zoraki ırmaklar akıtırdık. Herhalde Karadeniz çocukları dağlar için yeşilden başka bir renk kullanmıyorlardır bize nispet yaparcasına. Burası Karadenizlilerin de sıkça tercih ettiği bir piknik alanı. Talep çok olunca işletmeciler çimlere oturmak isteyenlerden bile ücret istiyorlar. Turistler için ahşap ev görünümlü birçok motel ve pansiyon mevcut. Karadeniz’in yöresel eşyalarını satan hediyelik eşya dükkanları bölgeye turistik bir hava katmış.
Doğal güzellikleri gezmek tarihi yerleri incelemekten daha farklı oluyor. Kim,ne zaman, nasıl yapmış gibi soruların cevabını aramak yerine Yaratıcı’nın kudretini,yüceliğini düşünüyoruz sadece. Bu güzelliklerin içinde otururken yöresel kıyafetli bir hanım Karadeniz kahvaltılarının vazgeçilmezi mısır unu ve özel bir peynirle yapılan muhlama lezzetini sunuyor bize. Ardından evde demlediğimiz çayların yanında katran görünümlü tavşan kanı Rize çayı eşlik ediyor manzaraya. O gecemizi Trabzon’da geçiriyoruz. Sabah Trabzon’un merkezine, meşhur gümüşçülerine uğruyoruz. Kazaziyeler -el yapımı gümüş örgü- vitrinlerin büyük bir kısmını oluşturuyor. Biz de Trabzon hatırası minik kazaziye kolyeler alıp Uzungöl yoluna düşüyoruz.
Göl desek göl değil su birikintisi desek o da değil.Uzunca bir gölün –çünkü adı Uzungöl- etrafını çevreleyen yemyeşil dağları,ahşap görünümlü motelleri ,dağların yamacına kurulmuş evleri,mısırcısı, hediyelik dükkanları, rengarenk çiçekleri, gölde kısmetini bekleyen ördekleri, bütün bu doğallığın içinde ‘şehadet minaresi’ ile kartpostallarda Uzungöl’le özdeşleşen eski duruşlu yeni camiisi ve camii avlusuna bu yağmur memleketinde yağmursuz bir günün fırsatını güneşe uzanarak çıkaran köpeği ile Uzungöl cennetten bir numune adeta. Böylesi bir güzelliğin meraklısı da çok oluyor haliyle. Burada günlük gezginlerin dışında konaklayanların büyük çoğunluğu Arap. Ailecek gelip haftalarca Uzungöl havasını teneffüs ediyorlarmış Arap turistler. Biz de ikindi sonu keşif turuna çıkıyoruz . Yürüyerek gölün etrafını tam tur atıp motelimize yaklaşırken çiy bulutları da dağlardan göle doğru inmeye başladılar. Adeta göz gözü görmez oldu.gün boyu dağlarla birlikte seyrettiğimiz çiy bulutlarını üzerimizde hissettik. Sabahın ilk ışıklarıyla beraber muhteşem tabiatı kısa zamanda daha fazla güzelliği yeniden keyfini çıkarabilmek için kiralık bisikletlerle turladık. Kahvaltıdan sonra vedalaşma vakti geliyor Uzungöl’le. Motel işletmecimiz ve yavru ördeklerle helalleşip ayrılıyoruz. Giresun’a otobandan el sallayarak teğet geçtikten sonra Ordu’ya varıyoruz. Şehrin tamamını gezmeye vaktimiz yetmeyeceğinden Boztepe’ye çıkarak gözlerimizle hızlıca geziyoruz şehri. Ordu Doğu Karadeniz illerinin içinde, daha geniş bir alana kurulmuş . Haliyle şehirleşme ve modernite de daha ileride. Ordu’yu seyrediyoruz. Boztepe’den, adı boz kendi yeşil olan bu tepeden, maviyi bir çizgi şeklinde yeşilden ayıran otobanı ve yeşil dağlara doğru gelişip giden Ordu’yu seyre doyamayanlar araçla tepeye çıkıp yeni faaliyete geçmiş teleferikle inebilir . Ordulunun ve Ordu gezginlerinin bu seyir keyfine ulaşmak için kullandığı en kestirme yol, teleferik yolu. Biz de bu harika manzaraya o yükseklikten hızla inmenin heyecanını katıyoruz.
Samsun yolunda -Fatsa’da- nezih bir mekanda deniz esintisi eşliğinde Karadeniz pidesi yemek için verdiğimiz mola yorgunluğumuzu hissettiğimiz anda imdadımıza yetişiyor. Samsun sahilinde güne veda eden güneşin batışı ile hoşça dizayn edilmiş büyük parkın ışıkları önümüzü aydınlatıyor. Parkta bizi karşılayan Bandırma Vapuru Samsun’la Milli Mücadele’nin özdeşleştiğini anlamamıza kafi. Park çok geniş bir alana kurulmuş, sahil şeridindeki kısmında genişçe bir yol var. Sahilde patenli gençlerin teker seslerine faytonlu atların nal sesleri ritim tutuyor. Bu nostaljik faytonlar parkın misafirlerine hoş bir sahil gezintisi yaptırıyorlar. Fayton sürücülerinin korna yerini tutan ıslıkları dikkati kendi üzerlerine çekmeye yetiyor. Konyalıyız ya bir ıslık da bize geliyor ve hemen “yolun ortasından” kenara geçiyoruz. Samsun gezimiz maalesef bu parktan ibaret. Dolayısıyla bizim için Samsun, bu park kadar kalabalık, bu park kadar ışıklı, bu park kadar düzenli ve bu park kadar güzel .
Nasıl yani bu bir rüya mıydı? Yeşil ve mavinin bittiği yerdeyiz. Gezimiz boyunca yoldaşımız olan Karadeniz nerede?... “Gitti Karadeniz geldi Sarıdeniz “ diyerek Karadeniz’den Orta Anadolu’ya geçişimizi bir cümlede özetleyiveriyor babam. Bu yıl hububattaki bolluk ve bereketi konuşurken Konya’ya giriyoruz. Bizim Karadeniz’in mavisini, yeşilini kıskandığımız gibi Karadenizliler de oldukça bereketli ve tarihin birçok devrine tanıklık yapan bu toprakları kıskanıyorlardır herhalde. Ama ne mutlu ki hepimiz aynı memleket için dua ediyoruz göğün mavi dalın yeşil tarlaların sarı olduğu… Memleketimiz Konya’nın uluslararası boyutta tanınmasındaki en etkili unsur tüm dünya insanlarını kucaklayan Hz. Mevlana olsa gerek.

Şair Arif Nihat Asya’nın şu mısraları da düşüncemizi teyid ediyor:
Her etek tennuredir Her satır bir suredir Her eda mana demek Konya Mevlana demek.
Her etek tennuredir Her satır bir suredir Her eda mana demek Konya Mevlana demek.
Medya-Magazin
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.