Salih Tuna, Zülfü Livaneli'den özür bekliyor
Onuncu Yıl Marşı'nı Kenan Doğulu kapmış, Zülfü Livaneli'mize de "Ankara'nın taşına bak / Gözlerimin yaşına bak..." kalmıştı. Öteki haydi "mesleğini" icra ediyordu; Zülfü'müze ne oluyordu? Nazım'dan Brecht'ten bestelediği protest türkülere aşina olduğumuz bu çok yönlü sanatçımız neden "kahramanlık" marşlarına sardırmıştı? Gerçekten n'olmuştu? "Düşman Türk'ü esir almış!" da bir bizim mi haberimiz yoktu? Ankara'da tertiplenen miting gibi konserde "Düşman aldı sağı solu..." diyor, konser ahalisi de, "Türkiye laiktir laik kalacak!" sloganlarıyla yeri göğü inletiyordu. Bütün bunlardan, karine yoluyla da olsa, "düşman" addedilenlerin laikliğimizi alıp götüreceği sonucunu çıkarmak mümkündü. Peki, düşman kimdi? Kurtuluş Savaşı'nda savaştıklarımız mı? İyi de, o vakitler düşman (tabiri caizse) "laik", biz "antilaik" değil miydik? Hayır yani; İngiliz'i Yunan'ı laikliğimize saldırdı da, "Allah Allah" nidalarıyla göğsümüzü siper edip şehid mi düştük? E'ee, ne o zaman? Hiç uzatmayalım: bu "düşman" başkaydı. "İç tehdit" konseptine uygun şekilde mütalaa ediliyordu. Bu "düşman" sivil bir hükümet kurmuş, "postmodern" darbenin önünde duruyordu. Doğu Perinçek'in veciz ifadesiyle, "debeleneceklerdi." Bu yüzden "cumhuriyetin savcıları" brifing almak için garnizona koşuyor, medya "topyekûn savaş" çığlıkları atıyor, paşanın biri "balans ayarı" yapıyor, diğeri Başbakana "pezevenk" diyebiliyordu. Zülfü'müz de "28 Şubat"taki bu psikolojik harbe mitingle, marşla katkı sağlıyordu. "Hisli- duygulu" bir insan evladı olduğu kesindi. Lakin çok boş duygulanıyordu! Mesela, "Cumhuriyet Mitingleri"nden birinde (İzmir'de) de az kalsın yine duygulanacaktı. Neyse ki, ondan daha fazla duygulu insanların nobran ve aculluğu karşısında duygularına hakim olmuştu. Hey gidi "Cumhuriyet Mitingleri" hey! Aydın Doğan'ın mevkutelerinden biri kara kalabalıkların üzerine "Silahsız Kuvvetler" manşetini çekmiş, diğeri, "En Güçlü Muhtıra" demişti. Tuncay Özkan biraderimiz de acayip duygulanış; "İyi bak Tayyip, biz kaç kişiyiz!.." yollu efelenmişti. Şu an Silivri'de kaç kişiler bilemiyorum ama, hazır yeri gelmişken söyleyeyim: Madem koca koca paşalar delil karartamaz ve kaçamaz gerekçesiyle tutuksuz yargılanıyor, bu insanlar neden tutuklu yargılanıyor? Adalet bu mu? Mustafa Balbay veya Tuncay Özkan'ın eşi dostu, çoluk çocuğu; yollarını gözleyen yakınları yok mu? Neyse, biz dönelim Zülfü'müze... "Baş örtülü kızlarımız Powerpoint öğrenirken..." başlıklı dünkü yazısından yine duygulandığını öğreniyoruz. (Roman ve öykü de yazan Zülfü'müzün "Başörtülü" kelimesini neden ayrı yazdığını bilemiyoruz tabii.) Ege Çağdaş Eğitim Vakfı izlenimlerini şöyle anlatıyor: "Gencecik pırıl pırıl bir öğretmen, çoğu baş örtülü olan gencecik kızlarımıza ders veriyordu. / Gözlerindeki sevinci, aydınlığı, bir şey öğreniyor olmanın mutluluğunu anlatamam size..." Ya biz nasıl anlatalım, başörtüleri nedeniyle üniversitelerinden kopartılan öğrencilerin gözlerindeki hüznü? İkna odalarındaki zulmü... İlkokuldan üniversiteye kadar verdikleri onca emeğin bir cunta kararıyla berhava edilmesinin yaşattığı travmayı... Başörtülülerin varlıklarını, var olma haklarını, öğrenim özgürlüklerini savunanlara karşı yürütülen psikolojik harbe, mahut miting gibi konserlerde "Gözlerimin yaşına bak..." diyerek destek veren Zülfü'müze, başörtülülerin ağlamaktan kuruyan göz pınarlarını anlatabilir miyiz? Sevgili Livaneli, hâlâ bir özür bile dilemiş değilsin! Özür dilemek bu kadar zor mu?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.