Osmanlı döneminde kadın hakları
Yayınlanma:
Osmanlı toplumunda kadının statüsü incelenmek istendiğinde, 600 yıllık tarihin her aşaması ve her bir yüzyılı araştırma konusu olabilecek niteliktedir.İşte osmanlı kadınları..
Türk töresinin ve İslâmî unsurların bir sentezinin oluşturduğu Osmanlı medeniyetinin üç kıtaya yayılmasında, devletin bir dünya devleti olmasında Osmanlı kadınının da erkeği kadar katkısı olmuştur.
Devletin kuruluşundan itibaren Anadolu Bacıları (Bacıyân-ı Rum) ile başlayan, Osmanlı kadınlarının siyasî, askerî, hukukî ve sosyal, ekonomik ve kültürel faaliyetlerinin tam olarak anlaşılabilmesi için Osmanlı Devleti arşiv kaynaklarının; şeriyye sicillerinin, vakfiyyelerin, tapu tahrir defterlerinin, tereke defterlerinin, o dönemle ilgili yazılan klâsik eserlerin, seyahatnamelerin yeterince incelenmesi gerekmektedir. Osmanlı kadınının statüsünün incelenmesinde dönem sınırlamasına da dikkat edilmesi gerekmektedir. Osmanlı kadınının sadece Tanzimattan sonra faal olduğunu farzederek yapılan çoğu -popüler- araştırmalarda Osmanlı tarihinin daha önceki dönemlerinde Osmanlı kadını çoğunlukla yok farzedilmektedir. Tanzimat dönemi ile ortaya çıkan farklılıkları anlayabilmek için klâsik dönem üzerinde yapılan araştırmaları da incelemek gerekir.
Mekan, zaman ve sosyal tabaka açısından geniş bir yelpazeye sahip, Osmanlı kadını içinde haremdeki, köy, kasaba ve şehirdekinin yanında müslim, gayri-müslim, Arabı, Acemi, Rumu, Ermenisi ve Türkmenine kadar uzanan bir çeşitlilikte mevcuttur.
Osmanlı toplumunda kadın denildiğinde ilk akla gelen kesim haremdeki kadın olmuştur. Harem hakkında edinilen bilgiler Avrupalı gezginler, İstanbul’a gelen büyükelçiler, sarayda hizmet etmiş esirler tarafından yazılan; ancak gerçekte, söylentinin ve hayalin birbirine karıştığı eserlerden öğrenilenlerden oluşmaktadır.
Harem halkı, “sultan unvanını taşıyanlar (valide sultan, haseki sultan, şehzadeler ve sultan kızlar), haremde bulunan idareci – eğitici kadro ve en son olarak hizmetliler grubundan oluşuyordu. Padişahın özel hayatını sürdürdüğü Harem-i hümayun; aynı zamanda Enderun kısmı ile erkeklerin, harem kısmı ile kadınların eğitim gördüğü bir mekan idi. Her iki bölümde ilerleyebilmenin şartı, liyâkat ve zekâ idi, hareme alınan cariyelerin saray görgülerini öğrenmeleri, terbiye ve nezaket konusunda bilgi sahibi olmaları amacıyla eğitimlerine dikkat edilirdi. Harem de kadınlara okuma-yazma, Kur’an-ı Kerim ve Türkçe öğrenmelerinin yanında nakış işlemek, dikiş dikmek, dantel işlemek, örgü örmek gibi meziyetler de kazandırılıyordu.
Harem hiyerarşisi içinde ğitim süresi Enderunda olduğu gibi yedi sekiz yıllık bir eğitimden oluşuyordu, her kademede başarılı olanlar bir üst eğitime geçerlerdi. Bu sistem içinde yükselen kadınlar farklı bilgi ve becerilere sahip oluyorlardı. Padişah eşlerinin hemen hemen hepsinin odasında bir kitaplığı vardı. Günlerinin büyük çoğunluğunu okumakla ve okudukları kitaplar hakkında sohbet ederek geçirirlerdi. Özellikle tarih kitapları okuyanların yanında musikiye aşina olanlar da vardı. Bu açıdan valide sultanların çeşitli dönemlerde menfi-müsbet manada sarayda etkili olmalarında aldıkları eğitimin de etkisi büyüktür.
Padişah kızlarının -sultanların- eğitimi ile ise kendi anneleri, dadı ve kalfalar uğraşırlardı. Okuma çağına geldiklerinde padişahın emri ile ilk derslere başlanırdı. Kur’an-ı Kerim’i okuma, Arapça, Farsça derslerinin yanında matematik, tarih, coğrafya dersleri verilirdi. XIXyüzyıldan sonra bu derslere Fransızca, musiki, piyano dersleri de eklenmiştir
Osmanlı da sadece haremdeki kadın değil; Anadolu kadınının da hukukî, sosyal, ekonomik alanlarda haklarını kullandıklarına dair örnekler bulunmaktadır.
Aileye verilen öneme bağlı olarak bu müessesenin kurulması, devamı için devlet tarafından birtakım tedbirler alınmıştır. İslâm hukukunun uygulandığı Osmanlı Devletinde evlenmelerin kadı huzurunda yapılması ve yazılı hale getirilmesi ile kadınların güvence altına alındığı görülmektedir. Fetvâlarda, izinnâmelerde ve sicillere kaydedilmiş nikah akidlerinde evlenecek kızın bu evliliğe razı olması şartı getirilmiştir. Dönemin kayıtları incelendiğinde hakkında kayıt tutulmayan evlenme akidlerinin geçersiz sayıldığı ortaya çıkmaktadır. Osmanlı Devletinde evlenme, boşanma, miras konularında kadınlar mahkemelere başvurarak haklarını aramışlardır.
Mahkemelere kadınların başvurmalarının başlıca sebebleri; İslam hukukuna göre hakları olan miras, nafaka ve mehir konusunda alacakları ve anlaşmazlıkları halletmek idi. Kadınlar nikah akdi sırasında boşanma selâhiyeti isterlerse bu haklarını kullanabiliyorlardı. Şiddetli geçimsizlik kadının boşanma talebinde ilk sırayı alıyordu. Gaziantep’de Ümmühan adlı bir kadın mahkemeye başvurarak kocası Osman b. Ali’den mehrinden ve iddet parasından vazgeçerek ayrılmıştır. Ancak kadın daha sonra ödediği bedelin ağır olduğunu belirterek bu miktarı ödemesinin zor olduğunu ve haksızlığın giderilmesini talep etmiştir.
Erkeklerin eş ve çocuklarının geçimini temin ile mesul olmasının bir sonucu olarak ortaya çıkan nafaka hakkı erkeğin kadına karşı bir mesuliyeti idi. Bursa’da Abdullah oğlu Mehmet İzmir’e giderken ailesinin nafakasını karşılama konusunda bir akrabasını kefil tayin etmiş, ancak bu kişi vazifesini yerine getirmeyince Mehmet’in eşi Kerime Hatun mahkemeye başvurarak hakkını istemiştir.
Ölen şahsın kimliği, varisleri, aile fertleri, çocuk sayısı, anne ve baba, kardeşler ve mirasa dahil edilen diğer akrabalar hakkında bilgi sahibi olduğumuz tereke defterleri üzerinde Ankara, Kayseri, Konya, Sivas, Amasya, Adana, Diyarbakır, Edirne, Manisa ve Trabzon şehirlerinde yapılan bir araştırmada 1350 tereke defterinden 246 tanesi kadınlara aittir. Bunlar içinde 10 kadın köyde, diğerleri ise şehirde yaşamaktadır.
Şeriyye sicillerinde yapılan incelemelerin büyük çoğunluğunda çok eşliliğin yaygın olmadığı, birden fazla eşle evliliğin en önemli sebebinin ise; evlat sahibi olma, kız çocuğu olanlar arasında da erkek evlat sahibi olma arzusu vardı.
Sosyal yardımlaşma ve dayanışma anlayışının ilk örneğini bulduğumuz, “çıplak milleti giydirmek, aç milleti doyurmak” ifadesi Türk-İslâm devletlerine vakıflar yoluyla toplumun ihtiyaçlarının karşılanması şeklinde devam etmiştir. Toplumda karşılıklı sevgi ve saygı anlayışı ile hiçbir zorlama olmadan sahip olduğu imkanlardan diğer insanların da yararlanmasını isteyen kadınlar, vakıflar yolu ile kurdukları cami, mescid, han, hamam, medrese, kütüphane, hastahane, köprü, sebillerin Anadolu’nun hemen hemen her köşesine nakşedilmesinde de büyük rol oynamışlardır. Özellikle kadınların bu konuda en az erkekler kadar istekli olmaları da ayrı bir önem taşımaktadır.
Yoksul kızlara çeyiz verilmesi ve düğün yapılması, okul çocuklarına gıda, elbise, yakacak yardımı, yoksullara yemek verilmesi, borçluların borçlarının ödenmesi, mahallelerden köylere kadar su ihtiyacının sağlanması gibi farklı sahalarda faaliyette bulunan hizmet amaçlı vakıflar kurulmuştur. Böylece sadece aile kadınlarını değil yetim, yoksul, mahkumları da içine alan kadınlara imkanlar sağlanmakta idi.
Saray çeşitli yönleri ile halka önderlik etmiştir ki, bunların başında valide sultanların başını çektiği hayır müesseseleri olan vakıflar da gelir. Osmanlının ilk zamanlarında kadınlar tarafından yaptırılan önemli bir vakıf kuruluşu Manisa’da Hafsa Sultan tarafından yaptırılan külliyedir. Külliye içinde bulunan hastahanede ruh hastaları musıki ile tedavi ediliyordu. Bu aynı zamanda kadınların ekonomik haklarını dilediklerince kullanmalarına bir örnekti. Bugün Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinde yer alan 30000 vakfiyyenin içinde kadınların kurduğu vakıfların sayısı hiç az değildir.
Ankara Şeriyye Sicilerine göre burada kurulan 151 vakıftan 43 tanesi, 1546 tarihli İstanbul Tahrir defterlerine göre ise 2517 vakfın 913’ü kadınlara aittir.
Kadınlar, ekonomik hakları bakımından tıpkı erkekler gibi eşit haklara sahipti. Kazandığı para kendisine aitti ve dilediği gibi kullanabilirdi. Kadınların gelirlerinin başında, evlenirken nikah akdi sırasında belirlenen mehir, miras payı ve diğer yollardan elde edilenler bulunuyordu. İslâm hukukuna göre mal ayrılığı prensibine bağlı olarak kadınlar bu gelirlerini istedikleri gibi çeşitli yatırımlarla değerlendirmişlerdir. XVII asırda Kayseri’de mülk sahibi olan erkekler ile kadınların sayısının birbirine yakın olduğu tespit edilmiştir. Kadınlar ticarî haklarını da bizzat ya da vekilleri vasıtasiyla mahkemelere başvurarak aramışlardır.
Toplumda kadının iktisadî faaliyetinin bir yönü de; tarımın başlıca geçim kaynağı olmasından dolayı, ekim, dikim, hasat, satış konularında kadınlar erkeklerle aynı, kimi zaman daha önde olmuşlardır. Kırsal kesim kadını bu açıdan anaerkil yapıyı sürdürmektedir. Şehirlerde yaşayan kadınlar ise bu kez el emeklerini değerlendirerek isimlerini duyurmuşlardır. Manisa’da şehre getirilen pamuğu ip haline getiren ve tezgahlarda dokuyan kadınlar şehirde çıkrık sayısı artınca bundan mağdur duruma düşmüşler ve çıkrıkların sayısının sabit tutulması için mahkemeye başvurmuşlardır. Şehirlerde yaşayan kadınlar ise dokumacılık, ip eğirme, örgücülük gibi işlerde çalmışmışlardır. Bursa’da mum imaliyle uğraşan Fatıma Hatun loncaya kaydedilmek için mahkemeye başvurmuştur.
Osmanlı Devletinin klâsik dönemine bugünden bakarak kadınların siyasî, ekonomik, askerî, kültürel haklarının olmadığını belirtmek mümkün değildir. İncelenen Osmanlı kaynaklarına dayanarak Osmanlı kadınının işlevsiz bir yapıya sahip olmadığını söylemenin yanında mükemmel olduğunu da iddia etmemek gerekir. 600 yıllık Osmanlı Devletinin arşiv kaynaklarının henüz yeterince incelenmemesi, Osmanlı Devleti açısından da daha pek çok keşfedilecek mevzuun olduğunu göstermektedir. Buna bağlı olarak Osmanlı kadınının Türk- İslâm kültürünün temel taşlarının bugünlere taşınmasında önemli bir role sahip olduğunu göz ardı etmemek gerekir.
Osmanlıda Kadın Hakları
Türk kavimlerinin toplumsal düzenlerinin İslam hukukuna göre düzenlenmeye başlanması IX. Asırdan itibaren, yani İslam dininin kabulünden itibarendir. XIV. Yüzyılda Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarında devlet yönetiminde ve toplumsal yaşamda hakan eşlerinin rollerinden söz edilmektedir. İslamın kabulünden sonra da aşiret geleneklerinin sürdürüldüğü ve Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında, kadının toplum yaşantısı dışında tutulacağı şeklinde bir İslami yorum getirilmediği; kadının hareme kapatılması geleneğinin İstanbul’un alınışından sonra köleci Bizans devlet anlayışından etkilerle gerçekleştiği, İran ve Bizans hareminin Osmanlı sarayına örnek oluşturduğu gibi görüşler vardır. Buna göre; ilk kez XV. Yüzyılda haremlik ve selamlık ayrımı saraya ferman ve emirle gelmiş, vezir ve beyler bunu konaklarında taklit etmişler ve çok kadınlı evlilik böylece yaygınlık kazanmıştır.
Teokratik ve monarşik Osmanlı yönetiminin otoriter ve geleneksel yönetim anlayışında hukuk düzeninin din yolu ile, yani Şeriat ile sağlandığı toplumsal anlayış kadını ev yaşamında kafes arkasına, ev dışındaki yaşamında çarşafa sararak erkeğin gerisine çekerken, kadına erkeğe itaat ve hizmet dışında seçenek tanımamıştır. Çok eşlilik, evlenme, boşanma gibi konularda söz hakkı vermeyerek erkeğin kadına üstünlüğünü ya da kadının erkeğe eşit olmayışını pekiştirmiştir. Yaygın olan kanıya göre, XVI. Yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin iyiden iyiye teokratik yapıya bürünmesiyle kadının toplum yaşantısının dışına itildiği, Şeriat’ın kadının aleyhine yorumlandığı süreç başlamıştır.
Bireylerin haklarından söz edilemeyen Osmanlı yönetim anlayışında kadın haklarının olup olmadığını sorgulamak pek anlamlı değildir. Kız erkek ayrımı belirgindir; kadın mirasın yarısından pay alırken, iki kadının şahitliği bir erkeğinkine tekabül etmektedir. Kadın eğitimin de dışındadır; ancak dini tedrisatta kız ve erkek ayrımı yoktur. Şeyhülislamlığa bağlı , şeriat hükümlerine dayalı ilkel din eğitiminden başka bir şey vermeyen, 9 yaşına kadar çocukların devam edebildiği “sübyan okulları” kız çocukların alabildiği yegane eğitimdir.
Batılı kadının sosyal ve siyasal hak mücadelesi verdiği dönemlerde, Osmanlı Devleti’nde kadın sosyal yaşama katılmak bir yana, sokağa çıkma hakkından bile mahrumdur. Osmanlı’da kadının statüsü Tanzimat döneminde tartışılmaya başlanmıştır. Bu süreçte statüde farklılık oluşturmayan tartışmalar II. Meşrutiyet dönemi gelişmelerinin hazırlayıcısı olması açısından önemlidir. Gerçi, II. Meşrutiyet’in ilanı kadınların sosyal yaşama katılma, çalışma yaşamında yer alma ve yüksek eğitim görme isteklerine yanıt verecek değişimi getirmemiştir. Fakat, II. Meşrutiyet’in getirdiği kısa süreli özgürlük ortamından kadınlar da pay almışlar ve kendi haklarının mücadelesinde aktif rol oynamaya başlamışlar; kadınların çıkardığı gazete ve dergiler yanında, dernek faaliyetleri de artış göstermiştir.
1912 Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı kadınları sosyal yaşamda etkin olmaya zorladığından, kadınlar eğitim olanaklarından yararlanmaya, derneklere üye olmaya ve siyasal partilerde etkin rol almaya başlamışlardır. Afet İnan kadınların dernek faaliyetlerini şöyle açıklamaktadır: “1867’den itibaren kadınların teşkil ettiği cemiyetler faaliyete geçmiştir. Bunlar harp yaralılarına yardım (Cemiyet-i İmdadiye) grupları ise de, 1912’de kurulan “Taali-i Nisvan” cemiyeti Türk Müslüman kadınlığını cemiyet hayatına alıştıran ve bilhassa çarşafa kapatılmasına rağmen, erkeklerle birlikte çalıştığı ve fikirlerini yayma imkanını bulduğu ilk resmi teşekküldür”.
1919 yılında kadınların fiilen üye oldukları derneklerin sayısı 19’u bulmaktadır. Bunlar “Hilal-i Ahmer” ve “Bikes Ailelere Yardımcı Hanımlar Derneği” gibi hayır dernekleri; “Muallimeler Cemiyeti” gibi meslek örgütleri ve 1918’de İnans Darülfünunun öncü olmasıyla kurulan “Asri Kadınlar Cemiyeti” gibi feminist derneklerdir. Üye sayısı fazla olmayan bu derneklerin faaliyetleri sürekli değildir, kesintili olarak sürdürülmüştür.
I. Dünya Savaşı Osmanlı kadının toplumsal yaşamdaki rolü açısından farklılıkların ortaya çıkmasına zemin hazırlayacak bir süreci başlatmıştır. Diğer tüm savaşa katılan toplumlarda olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nde de erkeklerin cepheye gitmeleri ile boşalan memuriyetlere; postane, telgrafhane, hastabakıcı olarak hastanelere ve orduya kadınların alınmasına yol açmıştır. Hatta 1915’de Osmanlı Ticaret Nezaretinde kadınlar için bir çeşit “Mecburi Hizmet Kanunu” kabul edilmiştir.
Eğitim alanında da kadınların haklarının nispeten genişlediği görülmektedir. 1914 yılında ilk önce kadınlar için konferanslar şeklinde başlayan yüksek öğrenim, 1915 yılında İnans Darülfünunu şeklinde sürdürülmüştür. Hilal-i Ahmer’e (Kızılay) bağlı “Kadınları Çalıştırma” cemiyeti şehirli Türk kadınlarını dış hayatta çalışmaya teşvik etmiştir ve okullardaki kız öğrenci sayısı çoğalmıştır. Örneğin, öğretmenlik alanında 1916-1917’de 803 iken, 1917-1918’de 1005’i bulmuştur. İlk yıllarda kadın ve erkekler ayrı ayrı ders görüyorlarken, 1922 yılından itibaren derslere birlikte girmeye başlamışlardır. Ancak eğitimden yararlanan kadınların sayısı oldukça azdır.
1917’de kabul edilen bir kararname ile kadınlara da boşanma hakkını tanıyan, evlenmeyi din adamının yetki alanından çıkarıp devlete bağlayan, çok karılılığı kadının rızasına bırakan hükümleriyle İslam dünyasının ilk yazılı aile hukuku (Hukuk-u Aile Kararnamesi) kabul edilmiştir. Ancak bu şeriattan tamamen kopulduğu anlamına gelmemektedir. Nitekim, yoğun tepkiler nedeniyle 1919 yılında kararname yürürlükten kaldırılmıştır(bkz. Yaraman Başbuğu, 1992:135). Kadınlar 1926’da Medeni Kanun yürürlüğe girene dek şeriatın boyunduruğunda kalmışlardır.
1917’de kadınlar savaş baskısı nedeniyle fiilen elde ettikleri haklarına yenilerini eklemeleri yine bir başka savaş nedeniyledir. Kurtuluş Savaşı, kadınları evlerinden dışarıdaki yaşama çeken bir başka toplumsal olaydır.
Kadınların toplum yaşantısında ilerlemelerinde sınırlı sayılarda da olsa örgütlenmelerin de önemi olmuştur kuşkusuz. Kurtuluş Savaşında Anadolu’da başlatılan örgütlenme içerisinde de yer almışlar ancak, Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerine doğrudan üye olmak yerine, Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyet’i gibi yalnızca kadınların üye olabildiği dernek çalışmalarında bulunmuşlardır. Önce I. Dünya Savaşı, ardından Kurtuluş Savaşı, Osmanlı kadınının rollerini farklılaştıran, kadının yalnızca toplumsal yaşama değil, siyasal yaşama da açılımını sağlayacak düşünsel süreci başlatan bir etkide bulunmuşsa da, asırlar süren kul statüsünü aşacak bilinç birikimine ulaşmak pek kolay olmayacaktır. “ Türkiye’de kurulmuş olan kadın teşekkülleri, diğer memleketlerde olduğu gibi, bir siyasi hak iddia etme ve bu bakımdan mücadeleye girişme yolunu tutmamışlardır. Ancak bu teşebbüsün olumlu tarafı, aydın kadınlarımızı bir araya toplayıp fikir alış-verişine fırsat vermiş ve toplum içerisinde özellikle Kızılay gibi veya diğer hayır cemiyetlerinde çalışma imkanını sağlamıştır”(bkz.İnan, 1968:127) diyen Afet İnan,bu süreçte ortaya çıkan örgütlenme bilincinin düzeyine ilişkin ipuçlarını da vermektedir.
Devletin kuruluşundan itibaren Anadolu Bacıları (Bacıyân-ı Rum) ile başlayan, Osmanlı kadınlarının siyasî, askerî, hukukî ve sosyal, ekonomik ve kültürel faaliyetlerinin tam olarak anlaşılabilmesi için Osmanlı Devleti arşiv kaynaklarının; şeriyye sicillerinin, vakfiyyelerin, tapu tahrir defterlerinin, tereke defterlerinin, o dönemle ilgili yazılan klâsik eserlerin, seyahatnamelerin yeterince incelenmesi gerekmektedir. Osmanlı kadınının statüsünün incelenmesinde dönem sınırlamasına da dikkat edilmesi gerekmektedir. Osmanlı kadınının sadece Tanzimattan sonra faal olduğunu farzederek yapılan çoğu -popüler- araştırmalarda Osmanlı tarihinin daha önceki dönemlerinde Osmanlı kadını çoğunlukla yok farzedilmektedir. Tanzimat dönemi ile ortaya çıkan farklılıkları anlayabilmek için klâsik dönem üzerinde yapılan araştırmaları da incelemek gerekir.
Mekan, zaman ve sosyal tabaka açısından geniş bir yelpazeye sahip, Osmanlı kadını içinde haremdeki, köy, kasaba ve şehirdekinin yanında müslim, gayri-müslim, Arabı, Acemi, Rumu, Ermenisi ve Türkmenine kadar uzanan bir çeşitlilikte mevcuttur.
Osmanlı toplumunda kadın denildiğinde ilk akla gelen kesim haremdeki kadın olmuştur. Harem hakkında edinilen bilgiler Avrupalı gezginler, İstanbul’a gelen büyükelçiler, sarayda hizmet etmiş esirler tarafından yazılan; ancak gerçekte, söylentinin ve hayalin birbirine karıştığı eserlerden öğrenilenlerden oluşmaktadır.
Harem halkı, “sultan unvanını taşıyanlar (valide sultan, haseki sultan, şehzadeler ve sultan kızlar), haremde bulunan idareci – eğitici kadro ve en son olarak hizmetliler grubundan oluşuyordu. Padişahın özel hayatını sürdürdüğü Harem-i hümayun; aynı zamanda Enderun kısmı ile erkeklerin, harem kısmı ile kadınların eğitim gördüğü bir mekan idi. Her iki bölümde ilerleyebilmenin şartı, liyâkat ve zekâ idi, hareme alınan cariyelerin saray görgülerini öğrenmeleri, terbiye ve nezaket konusunda bilgi sahibi olmaları amacıyla eğitimlerine dikkat edilirdi. Harem de kadınlara okuma-yazma, Kur’an-ı Kerim ve Türkçe öğrenmelerinin yanında nakış işlemek, dikiş dikmek, dantel işlemek, örgü örmek gibi meziyetler de kazandırılıyordu.
Harem hiyerarşisi içinde ğitim süresi Enderunda olduğu gibi yedi sekiz yıllık bir eğitimden oluşuyordu, her kademede başarılı olanlar bir üst eğitime geçerlerdi. Bu sistem içinde yükselen kadınlar farklı bilgi ve becerilere sahip oluyorlardı. Padişah eşlerinin hemen hemen hepsinin odasında bir kitaplığı vardı. Günlerinin büyük çoğunluğunu okumakla ve okudukları kitaplar hakkında sohbet ederek geçirirlerdi. Özellikle tarih kitapları okuyanların yanında musikiye aşina olanlar da vardı. Bu açıdan valide sultanların çeşitli dönemlerde menfi-müsbet manada sarayda etkili olmalarında aldıkları eğitimin de etkisi büyüktür.
Padişah kızlarının -sultanların- eğitimi ile ise kendi anneleri, dadı ve kalfalar uğraşırlardı. Okuma çağına geldiklerinde padişahın emri ile ilk derslere başlanırdı. Kur’an-ı Kerim’i okuma, Arapça, Farsça derslerinin yanında matematik, tarih, coğrafya dersleri verilirdi. XIXyüzyıldan sonra bu derslere Fransızca, musiki, piyano dersleri de eklenmiştir
Osmanlı da sadece haremdeki kadın değil; Anadolu kadınının da hukukî, sosyal, ekonomik alanlarda haklarını kullandıklarına dair örnekler bulunmaktadır.
Aileye verilen öneme bağlı olarak bu müessesenin kurulması, devamı için devlet tarafından birtakım tedbirler alınmıştır. İslâm hukukunun uygulandığı Osmanlı Devletinde evlenmelerin kadı huzurunda yapılması ve yazılı hale getirilmesi ile kadınların güvence altına alındığı görülmektedir. Fetvâlarda, izinnâmelerde ve sicillere kaydedilmiş nikah akidlerinde evlenecek kızın bu evliliğe razı olması şartı getirilmiştir. Dönemin kayıtları incelendiğinde hakkında kayıt tutulmayan evlenme akidlerinin geçersiz sayıldığı ortaya çıkmaktadır. Osmanlı Devletinde evlenme, boşanma, miras konularında kadınlar mahkemelere başvurarak haklarını aramışlardır.
Mahkemelere kadınların başvurmalarının başlıca sebebleri; İslam hukukuna göre hakları olan miras, nafaka ve mehir konusunda alacakları ve anlaşmazlıkları halletmek idi. Kadınlar nikah akdi sırasında boşanma selâhiyeti isterlerse bu haklarını kullanabiliyorlardı. Şiddetli geçimsizlik kadının boşanma talebinde ilk sırayı alıyordu. Gaziantep’de Ümmühan adlı bir kadın mahkemeye başvurarak kocası Osman b. Ali’den mehrinden ve iddet parasından vazgeçerek ayrılmıştır. Ancak kadın daha sonra ödediği bedelin ağır olduğunu belirterek bu miktarı ödemesinin zor olduğunu ve haksızlığın giderilmesini talep etmiştir.
Erkeklerin eş ve çocuklarının geçimini temin ile mesul olmasının bir sonucu olarak ortaya çıkan nafaka hakkı erkeğin kadına karşı bir mesuliyeti idi. Bursa’da Abdullah oğlu Mehmet İzmir’e giderken ailesinin nafakasını karşılama konusunda bir akrabasını kefil tayin etmiş, ancak bu kişi vazifesini yerine getirmeyince Mehmet’in eşi Kerime Hatun mahkemeye başvurarak hakkını istemiştir.
Ölen şahsın kimliği, varisleri, aile fertleri, çocuk sayısı, anne ve baba, kardeşler ve mirasa dahil edilen diğer akrabalar hakkında bilgi sahibi olduğumuz tereke defterleri üzerinde Ankara, Kayseri, Konya, Sivas, Amasya, Adana, Diyarbakır, Edirne, Manisa ve Trabzon şehirlerinde yapılan bir araştırmada 1350 tereke defterinden 246 tanesi kadınlara aittir. Bunlar içinde 10 kadın köyde, diğerleri ise şehirde yaşamaktadır.
Şeriyye sicillerinde yapılan incelemelerin büyük çoğunluğunda çok eşliliğin yaygın olmadığı, birden fazla eşle evliliğin en önemli sebebinin ise; evlat sahibi olma, kız çocuğu olanlar arasında da erkek evlat sahibi olma arzusu vardı.
Sosyal yardımlaşma ve dayanışma anlayışının ilk örneğini bulduğumuz, “çıplak milleti giydirmek, aç milleti doyurmak” ifadesi Türk-İslâm devletlerine vakıflar yoluyla toplumun ihtiyaçlarının karşılanması şeklinde devam etmiştir. Toplumda karşılıklı sevgi ve saygı anlayışı ile hiçbir zorlama olmadan sahip olduğu imkanlardan diğer insanların da yararlanmasını isteyen kadınlar, vakıflar yolu ile kurdukları cami, mescid, han, hamam, medrese, kütüphane, hastahane, köprü, sebillerin Anadolu’nun hemen hemen her köşesine nakşedilmesinde de büyük rol oynamışlardır. Özellikle kadınların bu konuda en az erkekler kadar istekli olmaları da ayrı bir önem taşımaktadır.
Yoksul kızlara çeyiz verilmesi ve düğün yapılması, okul çocuklarına gıda, elbise, yakacak yardımı, yoksullara yemek verilmesi, borçluların borçlarının ödenmesi, mahallelerden köylere kadar su ihtiyacının sağlanması gibi farklı sahalarda faaliyette bulunan hizmet amaçlı vakıflar kurulmuştur. Böylece sadece aile kadınlarını değil yetim, yoksul, mahkumları da içine alan kadınlara imkanlar sağlanmakta idi.
Saray çeşitli yönleri ile halka önderlik etmiştir ki, bunların başında valide sultanların başını çektiği hayır müesseseleri olan vakıflar da gelir. Osmanlının ilk zamanlarında kadınlar tarafından yaptırılan önemli bir vakıf kuruluşu Manisa’da Hafsa Sultan tarafından yaptırılan külliyedir. Külliye içinde bulunan hastahanede ruh hastaları musıki ile tedavi ediliyordu. Bu aynı zamanda kadınların ekonomik haklarını dilediklerince kullanmalarına bir örnekti. Bugün Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinde yer alan 30000 vakfiyyenin içinde kadınların kurduğu vakıfların sayısı hiç az değildir.
Ankara Şeriyye Sicilerine göre burada kurulan 151 vakıftan 43 tanesi, 1546 tarihli İstanbul Tahrir defterlerine göre ise 2517 vakfın 913’ü kadınlara aittir.
Kadınlar, ekonomik hakları bakımından tıpkı erkekler gibi eşit haklara sahipti. Kazandığı para kendisine aitti ve dilediği gibi kullanabilirdi. Kadınların gelirlerinin başında, evlenirken nikah akdi sırasında belirlenen mehir, miras payı ve diğer yollardan elde edilenler bulunuyordu. İslâm hukukuna göre mal ayrılığı prensibine bağlı olarak kadınlar bu gelirlerini istedikleri gibi çeşitli yatırımlarla değerlendirmişlerdir. XVII asırda Kayseri’de mülk sahibi olan erkekler ile kadınların sayısının birbirine yakın olduğu tespit edilmiştir. Kadınlar ticarî haklarını da bizzat ya da vekilleri vasıtasiyla mahkemelere başvurarak aramışlardır.
Toplumda kadının iktisadî faaliyetinin bir yönü de; tarımın başlıca geçim kaynağı olmasından dolayı, ekim, dikim, hasat, satış konularında kadınlar erkeklerle aynı, kimi zaman daha önde olmuşlardır. Kırsal kesim kadını bu açıdan anaerkil yapıyı sürdürmektedir. Şehirlerde yaşayan kadınlar ise bu kez el emeklerini değerlendirerek isimlerini duyurmuşlardır. Manisa’da şehre getirilen pamuğu ip haline getiren ve tezgahlarda dokuyan kadınlar şehirde çıkrık sayısı artınca bundan mağdur duruma düşmüşler ve çıkrıkların sayısının sabit tutulması için mahkemeye başvurmuşlardır. Şehirlerde yaşayan kadınlar ise dokumacılık, ip eğirme, örgücülük gibi işlerde çalmışmışlardır. Bursa’da mum imaliyle uğraşan Fatıma Hatun loncaya kaydedilmek için mahkemeye başvurmuştur.
Osmanlı Devletinin klâsik dönemine bugünden bakarak kadınların siyasî, ekonomik, askerî, kültürel haklarının olmadığını belirtmek mümkün değildir. İncelenen Osmanlı kaynaklarına dayanarak Osmanlı kadınının işlevsiz bir yapıya sahip olmadığını söylemenin yanında mükemmel olduğunu da iddia etmemek gerekir. 600 yıllık Osmanlı Devletinin arşiv kaynaklarının henüz yeterince incelenmemesi, Osmanlı Devleti açısından da daha pek çok keşfedilecek mevzuun olduğunu göstermektedir. Buna bağlı olarak Osmanlı kadınının Türk- İslâm kültürünün temel taşlarının bugünlere taşınmasında önemli bir role sahip olduğunu göz ardı etmemek gerekir.
Osmanlıda Kadın Hakları
Türk kavimlerinin toplumsal düzenlerinin İslam hukukuna göre düzenlenmeye başlanması IX. Asırdan itibaren, yani İslam dininin kabulünden itibarendir. XIV. Yüzyılda Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarında devlet yönetiminde ve toplumsal yaşamda hakan eşlerinin rollerinden söz edilmektedir. İslamın kabulünden sonra da aşiret geleneklerinin sürdürüldüğü ve Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında, kadının toplum yaşantısı dışında tutulacağı şeklinde bir İslami yorum getirilmediği; kadının hareme kapatılması geleneğinin İstanbul’un alınışından sonra köleci Bizans devlet anlayışından etkilerle gerçekleştiği, İran ve Bizans hareminin Osmanlı sarayına örnek oluşturduğu gibi görüşler vardır. Buna göre; ilk kez XV. Yüzyılda haremlik ve selamlık ayrımı saraya ferman ve emirle gelmiş, vezir ve beyler bunu konaklarında taklit etmişler ve çok kadınlı evlilik böylece yaygınlık kazanmıştır.
Teokratik ve monarşik Osmanlı yönetiminin otoriter ve geleneksel yönetim anlayışında hukuk düzeninin din yolu ile, yani Şeriat ile sağlandığı toplumsal anlayış kadını ev yaşamında kafes arkasına, ev dışındaki yaşamında çarşafa sararak erkeğin gerisine çekerken, kadına erkeğe itaat ve hizmet dışında seçenek tanımamıştır. Çok eşlilik, evlenme, boşanma gibi konularda söz hakkı vermeyerek erkeğin kadına üstünlüğünü ya da kadının erkeğe eşit olmayışını pekiştirmiştir. Yaygın olan kanıya göre, XVI. Yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin iyiden iyiye teokratik yapıya bürünmesiyle kadının toplum yaşantısının dışına itildiği, Şeriat’ın kadının aleyhine yorumlandığı süreç başlamıştır.
Bireylerin haklarından söz edilemeyen Osmanlı yönetim anlayışında kadın haklarının olup olmadığını sorgulamak pek anlamlı değildir. Kız erkek ayrımı belirgindir; kadın mirasın yarısından pay alırken, iki kadının şahitliği bir erkeğinkine tekabül etmektedir. Kadın eğitimin de dışındadır; ancak dini tedrisatta kız ve erkek ayrımı yoktur. Şeyhülislamlığa bağlı , şeriat hükümlerine dayalı ilkel din eğitiminden başka bir şey vermeyen, 9 yaşına kadar çocukların devam edebildiği “sübyan okulları” kız çocukların alabildiği yegane eğitimdir.
Batılı kadının sosyal ve siyasal hak mücadelesi verdiği dönemlerde, Osmanlı Devleti’nde kadın sosyal yaşama katılmak bir yana, sokağa çıkma hakkından bile mahrumdur. Osmanlı’da kadının statüsü Tanzimat döneminde tartışılmaya başlanmıştır. Bu süreçte statüde farklılık oluşturmayan tartışmalar II. Meşrutiyet dönemi gelişmelerinin hazırlayıcısı olması açısından önemlidir. Gerçi, II. Meşrutiyet’in ilanı kadınların sosyal yaşama katılma, çalışma yaşamında yer alma ve yüksek eğitim görme isteklerine yanıt verecek değişimi getirmemiştir. Fakat, II. Meşrutiyet’in getirdiği kısa süreli özgürlük ortamından kadınlar da pay almışlar ve kendi haklarının mücadelesinde aktif rol oynamaya başlamışlar; kadınların çıkardığı gazete ve dergiler yanında, dernek faaliyetleri de artış göstermiştir.
1912 Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı kadınları sosyal yaşamda etkin olmaya zorladığından, kadınlar eğitim olanaklarından yararlanmaya, derneklere üye olmaya ve siyasal partilerde etkin rol almaya başlamışlardır. Afet İnan kadınların dernek faaliyetlerini şöyle açıklamaktadır: “1867’den itibaren kadınların teşkil ettiği cemiyetler faaliyete geçmiştir. Bunlar harp yaralılarına yardım (Cemiyet-i İmdadiye) grupları ise de, 1912’de kurulan “Taali-i Nisvan” cemiyeti Türk Müslüman kadınlığını cemiyet hayatına alıştıran ve bilhassa çarşafa kapatılmasına rağmen, erkeklerle birlikte çalıştığı ve fikirlerini yayma imkanını bulduğu ilk resmi teşekküldür”.
1919 yılında kadınların fiilen üye oldukları derneklerin sayısı 19’u bulmaktadır. Bunlar “Hilal-i Ahmer” ve “Bikes Ailelere Yardımcı Hanımlar Derneği” gibi hayır dernekleri; “Muallimeler Cemiyeti” gibi meslek örgütleri ve 1918’de İnans Darülfünunun öncü olmasıyla kurulan “Asri Kadınlar Cemiyeti” gibi feminist derneklerdir. Üye sayısı fazla olmayan bu derneklerin faaliyetleri sürekli değildir, kesintili olarak sürdürülmüştür.
I. Dünya Savaşı Osmanlı kadının toplumsal yaşamdaki rolü açısından farklılıkların ortaya çıkmasına zemin hazırlayacak bir süreci başlatmıştır. Diğer tüm savaşa katılan toplumlarda olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nde de erkeklerin cepheye gitmeleri ile boşalan memuriyetlere; postane, telgrafhane, hastabakıcı olarak hastanelere ve orduya kadınların alınmasına yol açmıştır. Hatta 1915’de Osmanlı Ticaret Nezaretinde kadınlar için bir çeşit “Mecburi Hizmet Kanunu” kabul edilmiştir.
Eğitim alanında da kadınların haklarının nispeten genişlediği görülmektedir. 1914 yılında ilk önce kadınlar için konferanslar şeklinde başlayan yüksek öğrenim, 1915 yılında İnans Darülfünunu şeklinde sürdürülmüştür. Hilal-i Ahmer’e (Kızılay) bağlı “Kadınları Çalıştırma” cemiyeti şehirli Türk kadınlarını dış hayatta çalışmaya teşvik etmiştir ve okullardaki kız öğrenci sayısı çoğalmıştır. Örneğin, öğretmenlik alanında 1916-1917’de 803 iken, 1917-1918’de 1005’i bulmuştur. İlk yıllarda kadın ve erkekler ayrı ayrı ders görüyorlarken, 1922 yılından itibaren derslere birlikte girmeye başlamışlardır. Ancak eğitimden yararlanan kadınların sayısı oldukça azdır.
1917’de kabul edilen bir kararname ile kadınlara da boşanma hakkını tanıyan, evlenmeyi din adamının yetki alanından çıkarıp devlete bağlayan, çok karılılığı kadının rızasına bırakan hükümleriyle İslam dünyasının ilk yazılı aile hukuku (Hukuk-u Aile Kararnamesi) kabul edilmiştir. Ancak bu şeriattan tamamen kopulduğu anlamına gelmemektedir. Nitekim, yoğun tepkiler nedeniyle 1919 yılında kararname yürürlükten kaldırılmıştır(bkz. Yaraman Başbuğu, 1992:135). Kadınlar 1926’da Medeni Kanun yürürlüğe girene dek şeriatın boyunduruğunda kalmışlardır.
1917’de kadınlar savaş baskısı nedeniyle fiilen elde ettikleri haklarına yenilerini eklemeleri yine bir başka savaş nedeniyledir. Kurtuluş Savaşı, kadınları evlerinden dışarıdaki yaşama çeken bir başka toplumsal olaydır.
Kadınların toplum yaşantısında ilerlemelerinde sınırlı sayılarda da olsa örgütlenmelerin de önemi olmuştur kuşkusuz. Kurtuluş Savaşında Anadolu’da başlatılan örgütlenme içerisinde de yer almışlar ancak, Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerine doğrudan üye olmak yerine, Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyet’i gibi yalnızca kadınların üye olabildiği dernek çalışmalarında bulunmuşlardır. Önce I. Dünya Savaşı, ardından Kurtuluş Savaşı, Osmanlı kadınının rollerini farklılaştıran, kadının yalnızca toplumsal yaşama değil, siyasal yaşama da açılımını sağlayacak düşünsel süreci başlatan bir etkide bulunmuşsa da, asırlar süren kul statüsünü aşacak bilinç birikimine ulaşmak pek kolay olmayacaktır. “ Türkiye’de kurulmuş olan kadın teşekkülleri, diğer memleketlerde olduğu gibi, bir siyasi hak iddia etme ve bu bakımdan mücadeleye girişme yolunu tutmamışlardır. Ancak bu teşebbüsün olumlu tarafı, aydın kadınlarımızı bir araya toplayıp fikir alış-verişine fırsat vermiş ve toplum içerisinde özellikle Kızılay gibi veya diğer hayır cemiyetlerinde çalışma imkanını sağlamıştır”(bkz.İnan, 1968:127) diyen Afet İnan,bu süreçte ortaya çıkan örgütlenme bilincinin düzeyine ilişkin ipuçlarını da vermektedir.
Sağlık
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.