Devleti kurtaran aydınlar
Yayınlanma:
Namık Kemal'den bugüne, solcu, sağcı tüm aydınların derdi devleti kurtarmak oldu diyen araştırmacı-yazar Ayşe Hür, Şerif Mardin'in Osmanlı-Türk aydınını gerçek anlamda entelektüel olarak görmediğini..
'Entelektüel’, dilimize kökü Latince intelectus olan Fransızca ‘intellect’ ten geçmiş. ‘Soyut ve mantıksal düşünme yetisini kullanan’ anlamına gelen ‘entelektüel’ terimi, Rusya’da ve Avrupa’da ilk kez 19. yüzyılda kullanılmaya başlamış ancak tarihçesi daha eski. Bilindiği gibi Batılı ‘entelektüel’, kimliğini ve zaferini, yüzyıllar boyunca, ‘Orta Çağ’ zihniyetine ve Clericus’a (kilise sınıfına) karşı verdiği mücadele sonunda kazanmıştı. Entelektüellerin adeta bir sınıf haline gelmeleri ise 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren Çarlık Rusyası’nda olmuştu. Nitekim bugün ‘aydınlar sınıfı’ anlamına gelen intelligensia Rusça intelligentsia’dan geliyor.
Kavramın Osmanlıcaya ‘münevver’, Türkçeye ‘aydın’ olarak girmesi oldukça ilginç, çünkü Fransızcada veya bir başka Batı dilinde ‘aydınlatmak’ kökünden gelme ‘aydın’ diye farklı bir kavram yok, sadece ‘entelektüel’ var. Bana göre, bilgili insan, bilim insanı, yazar, akademisyen olmak, ‘entelektüel’ veya ‘aydın’ olmakla eşanlamlı değil. Aydın esas olarak modernleşen Batı-dışı toplumlarda belli bir misyon sahibi, dava adamı iken, entelektüel, bir misyona bağlı olmaksızın evrensel sorunlar üzerine kafa yoran, düşünen kişi.
İtalyan siyaset bilimcisi Antonio Gramsci’nin içinde yaşadığı sisteme ya da hakim ideolojiye sonuna dek bağlı ‘organik-angaje aydın’ı, Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nun, sadece dünyayı değil, aynı zamanda entelektüel dünyayı da sorgulayan ‘kolektif aydın’ı ve gündemi hem temsil eden hem de biçimlendiren ‘total aydın’ı üzerine oldukça geniş bir literatür var. Türkiye’de ise, ordunun siyasetteki yerini veya Kürt, Ermeni meselesi gibi tarihsel tabuları sorgulayanlar ‘liboş’, ‘AKP yalakası’, ‘yandaş’ gibi terimlerle aşağılanmaya çalışılıyor.
Batı’da benzeri olmayan aydın
Halbuki 2002 yılında ülkemizi ziyaret eden düşünür ve eylemci Noam Chomsky, Açık Radyo’dan Ömer Madra’nın sorularını yanıtlarken şöyle demişti: “Türkiye, birçok açıdan Batılı entelektüeller için bir esin kaynağı olmalı. Entelektüel sınıfın hatırı sayılır bir kesiminin, yazarların, sanatçıların, gazetecilerin ve başkalarının, yalnızca özgürlük ve ifade özgürlüğü için sesini yükseltmekle kalmayıp, ayni zamanda bu konularda fiilen bir şey yaptıkları tek ülke Türkiye, bildiğim kadarıyla. Yani, sürekli tehdit ve tehlikeler altında yapıyorlar bunu. Yaşar Kemal gibi birine nerede rastlayabilirsiniz meselâ? Dünya çapında üne sahip bir yazar, düşünce özgürlüğü için sesini yükseltmeye ve bunun bedelini ödemeye, acısına katlanmaya hazır. Batı’da böyle birini bulabilir misiniz? Ya da İsmail Beşikçi meselâ. Bu adam, 15-20 yıl hapiste yatma cezasını göze aldı ve bunu kendi devletinin yaptığı zalimliklere karşı gerçekliği dile getirmek adına yaptı. Böyle birini Batı’da görebilir misiniz? Üstelik böyle insanların kocaman bir listesi var. Yazarlar, çizerler, gazeteciler, milletvekilleri –Leyla Zana gibi…”
‘Ulusalcıların’ gözünde ‘liboş’, ‘yandaş’, Noam Chomsky’nin gözünde ‘dünyada eşi benzeri olmayan bir aydın’! Gelin de çıkın işin içinden. Bu haftayı, bu paradoksu anlamaya yardımcı olur umuduyla Osmanlı-Türk aydınları hakkında küçük bir ufuk turuna ayırdım. Turumu atarken daha çok aydın-devlet-siyasal iktidar ilişkisine bakacağım, çünkü içinde yaşadığımız kaotik ortamda defalarca doğrulandığı üzere, bu ilişkilerin doğru kurulması Türkiye’nin geleceği açısından yaşamsal öneme sahip.
Devletperest aydınlar: Yeni Osmanlılar
Osmanlı’nın son dönemlerinde, kabaca 1800’lerden itibaren Avrupa’nın üstünlüğüyle yüzleşilmesi ve bu durumun içselleştirilmesi sürecinde ‘fikir adamları’ için en önemli soru ‘Bu devlet nasıl kurtulur?’ idi. Böylesi bir soruya cevaplar da, kuşkusuz devlet eksenliydi. Tanzimat döneminde Mustafa Reşit Paşa ile başlayan ve Ali ve Fuat Paşa’larla devam eden bürokratik ve idari reformlara karşı sistemli bir muhalefet başlatan ilk grup olan Yeni Osmanlılar (ya da Genç Osmanlılar), 1867 yılında İstanbul’da bir araya gelen bir grup aydının kurduğu İttifak-ı Hamiyet örgütünden doğmuştu.
Hareketin adları tespit edilebilen dokuz önderinin (Namık Kemal, Mustafa Nuri, Sağır Ahmetbeyzade Mehmet, Suphi Paşazade Ayetullah, Kayazade Reşat, Mustafa Refik, İbrahim Şinasi, Ziya Paşa ve Ali Suavi) hemen hepsinin babası devlet memuruydu. Örneğin Namık Kemal’in babası bir zamanlar Kudüs Valiliği yapmış bir bürokrattı. Mustafa Nuri, Sağır Ahmet Beyzade Mehmet ve Suphi Paşazade Ayetullah’ın babaları bakanlık yapmışlardı. Kayazade Reşat’ın babası Yozgat Mutasarrıfı idi. Şinasi’nin babası asker, Ziya Paşa’nın babası gümrük memuruydu. Mustafa Refik hakkında bir bilgi yoktu. Ali Suavi ise bu dokuz kişi arasında sosyal bakımdan en alt tabakadan gelen kişiydi. Babası mühreci yani cilacıydı.
Tercüme Bürosu
Dahası bu dokuz kişiden beşi Tercüme Odası’nda çalışıyordu. Tercüme Odası yabancı dildeki dokümanların çevrilmesi işini ‘dragoman’ denilen gayrımüslim çevirmenlerin elinden almak için 1821’de kurulmuş bir devlet dairesiydi. Bu daire, kurulduğu günden itibaren büyük devlet görevlerine atanmak için iyi bir atlama tahtası olmuştu. Dönemin haberleşme araçlarını (özellikle gazete) başarıyla kullanan bu memur-aydınlar, modernleşme pratiklerine dönük ilk fikir tartışmalarını başlattıkları gibi, gazeteciliğin, düşünce ürünlerinin yayılmasının aracı olarak kullanılması da bu grubunun marifetiyle olmuştu.
Ancak Batılı aydın esas olarak sınıf mücadelesinin ve kapitalizmle birlikte yükselen burjuvazinin ürünü olduğu için burjuvazinin liberalleşme eğilimleriyle uyumlu olarak devlete karşı çıkarken, Osmanlı aydını esas olarak herhangi bir sınıfın ürünü olmayıp, devletin kanatları altında yetiştiği için halka karşı bile devleti korumuşlardı. Örneğin Tanzimat’ın büyük devlet adamı ve tarihçisi Ahmet Cevdet Paşa, 1789 Fransız İhtilali’ni ‘hükümdarın mutlak hükümet etme yetkesine karşı çıkış olarak nitelemişti. Ziya Paşa ve Namık Kemal klasik İslam düşüncesinden ve tasavvuf ekolünden beslenmekle birlikte, ‘hürriyet’, ‘terakki (ilerleme)’, ‘vatan’ gibi modern kavramların ısrarlı bir savucusuydular ama Namık Kemal, basın üzerine kısıtlamalar getirilmesini tavsiye edince terfi ederek Erzurum vali muavinliğine tayin edilmişti. Ziya Paşa da mutlak monarşiye muhalifti fakat aynı zamanda muhafazakâr bir devlet adamıydı.
İstisnalar
Hayatını bir suikastta kaybeden gazeteci ve yazar Ali Suavi, köktenci İslamcı eğilimleri yanında, ilerleme fikrine de derinden bağlı bir eylem adamı, bir partizan olarak Yeni Osmanlıların en ayrıksı üyesi idi herhalde.
Özgürlük ve adalet gibi kavramları Namık Kemal ve arkadaşlarından miras alan Tevfik Fikret ise o tarihlerde toplumsal ilişkilerin çeşitlenmesinin de yardımıyla hayatını devletten kazanmayı reddettiği için görece özerk bir aydın portresi çizmiştir. Gerçekten de Fikret’in ‘devleti kurtarma’ gibi bir derdi yoktur. Dahası devlet ve toplum ilişkilerinin ne kadar karmaşık olduğunu kavramış gibidir. Bu bağlamda Namık Kemal ve arkadaşlarında görülmeyen din eleştirisi de, Abdülhamit’in kişiliğinde cisimleşen siyasal iktidar eleştirisi de toplumsal olmaktan çok bireyseldir, yani gayet ‘modern’dir.
Kavramın Osmanlıcaya ‘münevver’, Türkçeye ‘aydın’ olarak girmesi oldukça ilginç, çünkü Fransızcada veya bir başka Batı dilinde ‘aydınlatmak’ kökünden gelme ‘aydın’ diye farklı bir kavram yok, sadece ‘entelektüel’ var. Bana göre, bilgili insan, bilim insanı, yazar, akademisyen olmak, ‘entelektüel’ veya ‘aydın’ olmakla eşanlamlı değil. Aydın esas olarak modernleşen Batı-dışı toplumlarda belli bir misyon sahibi, dava adamı iken, entelektüel, bir misyona bağlı olmaksızın evrensel sorunlar üzerine kafa yoran, düşünen kişi.
İtalyan siyaset bilimcisi Antonio Gramsci’nin içinde yaşadığı sisteme ya da hakim ideolojiye sonuna dek bağlı ‘organik-angaje aydın’ı, Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nun, sadece dünyayı değil, aynı zamanda entelektüel dünyayı da sorgulayan ‘kolektif aydın’ı ve gündemi hem temsil eden hem de biçimlendiren ‘total aydın’ı üzerine oldukça geniş bir literatür var. Türkiye’de ise, ordunun siyasetteki yerini veya Kürt, Ermeni meselesi gibi tarihsel tabuları sorgulayanlar ‘liboş’, ‘AKP yalakası’, ‘yandaş’ gibi terimlerle aşağılanmaya çalışılıyor.
Batı’da benzeri olmayan aydın
Halbuki 2002 yılında ülkemizi ziyaret eden düşünür ve eylemci Noam Chomsky, Açık Radyo’dan Ömer Madra’nın sorularını yanıtlarken şöyle demişti: “Türkiye, birçok açıdan Batılı entelektüeller için bir esin kaynağı olmalı. Entelektüel sınıfın hatırı sayılır bir kesiminin, yazarların, sanatçıların, gazetecilerin ve başkalarının, yalnızca özgürlük ve ifade özgürlüğü için sesini yükseltmekle kalmayıp, ayni zamanda bu konularda fiilen bir şey yaptıkları tek ülke Türkiye, bildiğim kadarıyla. Yani, sürekli tehdit ve tehlikeler altında yapıyorlar bunu. Yaşar Kemal gibi birine nerede rastlayabilirsiniz meselâ? Dünya çapında üne sahip bir yazar, düşünce özgürlüğü için sesini yükseltmeye ve bunun bedelini ödemeye, acısına katlanmaya hazır. Batı’da böyle birini bulabilir misiniz? Ya da İsmail Beşikçi meselâ. Bu adam, 15-20 yıl hapiste yatma cezasını göze aldı ve bunu kendi devletinin yaptığı zalimliklere karşı gerçekliği dile getirmek adına yaptı. Böyle birini Batı’da görebilir misiniz? Üstelik böyle insanların kocaman bir listesi var. Yazarlar, çizerler, gazeteciler, milletvekilleri –Leyla Zana gibi…”
‘Ulusalcıların’ gözünde ‘liboş’, ‘yandaş’, Noam Chomsky’nin gözünde ‘dünyada eşi benzeri olmayan bir aydın’! Gelin de çıkın işin içinden. Bu haftayı, bu paradoksu anlamaya yardımcı olur umuduyla Osmanlı-Türk aydınları hakkında küçük bir ufuk turuna ayırdım. Turumu atarken daha çok aydın-devlet-siyasal iktidar ilişkisine bakacağım, çünkü içinde yaşadığımız kaotik ortamda defalarca doğrulandığı üzere, bu ilişkilerin doğru kurulması Türkiye’nin geleceği açısından yaşamsal öneme sahip.
Devletperest aydınlar: Yeni Osmanlılar
Osmanlı’nın son dönemlerinde, kabaca 1800’lerden itibaren Avrupa’nın üstünlüğüyle yüzleşilmesi ve bu durumun içselleştirilmesi sürecinde ‘fikir adamları’ için en önemli soru ‘Bu devlet nasıl kurtulur?’ idi. Böylesi bir soruya cevaplar da, kuşkusuz devlet eksenliydi. Tanzimat döneminde Mustafa Reşit Paşa ile başlayan ve Ali ve Fuat Paşa’larla devam eden bürokratik ve idari reformlara karşı sistemli bir muhalefet başlatan ilk grup olan Yeni Osmanlılar (ya da Genç Osmanlılar), 1867 yılında İstanbul’da bir araya gelen bir grup aydının kurduğu İttifak-ı Hamiyet örgütünden doğmuştu.
Hareketin adları tespit edilebilen dokuz önderinin (Namık Kemal, Mustafa Nuri, Sağır Ahmetbeyzade Mehmet, Suphi Paşazade Ayetullah, Kayazade Reşat, Mustafa Refik, İbrahim Şinasi, Ziya Paşa ve Ali Suavi) hemen hepsinin babası devlet memuruydu. Örneğin Namık Kemal’in babası bir zamanlar Kudüs Valiliği yapmış bir bürokrattı. Mustafa Nuri, Sağır Ahmet Beyzade Mehmet ve Suphi Paşazade Ayetullah’ın babaları bakanlık yapmışlardı. Kayazade Reşat’ın babası Yozgat Mutasarrıfı idi. Şinasi’nin babası asker, Ziya Paşa’nın babası gümrük memuruydu. Mustafa Refik hakkında bir bilgi yoktu. Ali Suavi ise bu dokuz kişi arasında sosyal bakımdan en alt tabakadan gelen kişiydi. Babası mühreci yani cilacıydı.
Tercüme Bürosu
Dahası bu dokuz kişiden beşi Tercüme Odası’nda çalışıyordu. Tercüme Odası yabancı dildeki dokümanların çevrilmesi işini ‘dragoman’ denilen gayrımüslim çevirmenlerin elinden almak için 1821’de kurulmuş bir devlet dairesiydi. Bu daire, kurulduğu günden itibaren büyük devlet görevlerine atanmak için iyi bir atlama tahtası olmuştu. Dönemin haberleşme araçlarını (özellikle gazete) başarıyla kullanan bu memur-aydınlar, modernleşme pratiklerine dönük ilk fikir tartışmalarını başlattıkları gibi, gazeteciliğin, düşünce ürünlerinin yayılmasının aracı olarak kullanılması da bu grubunun marifetiyle olmuştu.
Ancak Batılı aydın esas olarak sınıf mücadelesinin ve kapitalizmle birlikte yükselen burjuvazinin ürünü olduğu için burjuvazinin liberalleşme eğilimleriyle uyumlu olarak devlete karşı çıkarken, Osmanlı aydını esas olarak herhangi bir sınıfın ürünü olmayıp, devletin kanatları altında yetiştiği için halka karşı bile devleti korumuşlardı. Örneğin Tanzimat’ın büyük devlet adamı ve tarihçisi Ahmet Cevdet Paşa, 1789 Fransız İhtilali’ni ‘hükümdarın mutlak hükümet etme yetkesine karşı çıkış olarak nitelemişti. Ziya Paşa ve Namık Kemal klasik İslam düşüncesinden ve tasavvuf ekolünden beslenmekle birlikte, ‘hürriyet’, ‘terakki (ilerleme)’, ‘vatan’ gibi modern kavramların ısrarlı bir savucusuydular ama Namık Kemal, basın üzerine kısıtlamalar getirilmesini tavsiye edince terfi ederek Erzurum vali muavinliğine tayin edilmişti. Ziya Paşa da mutlak monarşiye muhalifti fakat aynı zamanda muhafazakâr bir devlet adamıydı.
İstisnalar
Hayatını bir suikastta kaybeden gazeteci ve yazar Ali Suavi, köktenci İslamcı eğilimleri yanında, ilerleme fikrine de derinden bağlı bir eylem adamı, bir partizan olarak Yeni Osmanlıların en ayrıksı üyesi idi herhalde.
Özgürlük ve adalet gibi kavramları Namık Kemal ve arkadaşlarından miras alan Tevfik Fikret ise o tarihlerde toplumsal ilişkilerin çeşitlenmesinin de yardımıyla hayatını devletten kazanmayı reddettiği için görece özerk bir aydın portresi çizmiştir. Gerçekten de Fikret’in ‘devleti kurtarma’ gibi bir derdi yoktur. Dahası devlet ve toplum ilişkilerinin ne kadar karmaşık olduğunu kavramış gibidir. Bu bağlamda Namık Kemal ve arkadaşlarında görülmeyen din eleştirisi de, Abdülhamit’in kişiliğinde cisimleşen siyasal iktidar eleştirisi de toplumsal olmaktan çok bireyseldir, yani gayet ‘modern’dir.
Sağlık
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.